20 Aralık 2008

BİR SEBEBİ YOKTU HİÇBİR ZAMANDA OLMADI!

Bir sebebi yoktu hiçbir zaman da olmadı!

Hayat bize en çok acımasız yanını gösterdi…
Bileklerimiz kendi kendimize keserken akan kanın girdabında yok oldu bütün umutlarımız…
Hiç bir zaman istenilenin doğrultusunda gitmediği gibi istenilenden farklıda değildi yaşanılan…

İstedin geldin, istedin gittin…
Gelip gidişlerinde çıkaramadığım sesim ile üzerime yıktığın bütün her şeyin bedeli ödemiyordu hayat bilmediğin çok şey vardı öğrenmeyi de reddettiğin…
Ne ona ne de bana inancın yoktu…
Korkusuzdun ya korkudan dizlerinin titrediğini biliyor olmak bana ayrıcalık sağlamıyordu daha çok ben veriyordum sana korkularını yenmen adına ama sana verdikçe kendimi ben yok oluyordum…
Soluklarımın kesildiği zamanlar oluyordu, senin yaralarını sararken kendi yaralarımın derinliğinde kaybolduğumu unuttuğum zamanlar, geçti sandığım ama kapanmayan yaralar, bitti sandığım ama bitmeyen kabuslar…
Dokunmak istediğim bir ten, içimde anlam veremediğim o tutkunun sahibiydin…
Tenine ne zaman şahit olsam içimde akıp giden bu umarsız gerçeğin ismini koyamazdım…
Dudaklarına yapışıp saatlerce öpme hissinden kendimi alıkoyamazdım…
Bilmediğim o şeyin, içimdeki bu ateşin peşinde bir ömrü feda edişimin farkına varamıyor olduğumu anladığımda geç doğan sabahtan şikayetçiydim..
Yine bahaneler uydurup yine kendime avuntusal gerçeklikler yaratıyordum…
Kendi savaşımda yenik düşüyordum…
Ne zaman konuşmak istesem sessiz susuşların vardı ve ben o susuşları hiç sevmiyordum…
Korkuyordun!
Gitme demek o kadar zordu ki senin için kaçıyordun…
Canım acıyordu…
Ruhum ölüyordu…
Rengim soluyordu…
İçimdeki bu his büyürken ben ölüyordum!



Avuçlarımda bırakılmış izler vardı geçmişten…
Bütün konuşmalarımda seni anlatıyor bütün susuşlarımda seni susuyordum ama sen hep o görmezden gelişlerinde yok ediyordun ruhun(m)u….
Ne çok yalan vardı hayatımda, ne çok yersiz siluet, ne çok anlatılması güç his…
Yaşanmışlığın kelime oyunuydu(n)
Hayatıma damgasını vuran o şeyin başrol oyuncusuydu(n)
Bendin, sendin…



Aklım uç köşelerine notlar bırakıyordum…
İsmini yazıyordum…
Fotoğraf makinemin arka yüzünde seni izliyordum…
Karelere sığdırdığım derinliğinde senli hikayeler yazıp içine benler katıyordum…
Beni sana ait seni bana ait kılıyordum…
Yine seni seviyor, yine aynı kuyunun derinliklerinde yüzüyordum!

16 Aralık 2008

GÖZLERİMİ KAPADIM DOKUN KANAT YARAMI SAR!

Gözlerimi kapadım
Dokun
Kanat yaramı
Sar!

Ellerimi açtım
Tut
Dokun
Sev!

Okşa örselenmiş bedenimi
Düşünme hiçbir samimiyetsiz tebessümü!
Bilme neyin ne kadar acıtacağını…
Bilme esaretin bize nelere mal olacağını…

Gözlerimi kapadım
Dokun
Kanat yaramı
Sar!

Ellerimi açtım
Tut
Dokun
Sev!

Çık girdiğin kuytudan
Saklanma karanlık düşlerinden!
Savaşma benliğinle…
Olduğun yerden kaç
Koş
Hadi durma gel!

Gözlerimi kapadım
Dokun
Kanat yaramı
Sar!

Ellerimi açtım
Tut
Dokun
Sev!

27 Kasım 2008

Adam ve Kadın!

Bir hikaye var şimdi yazılmış olan...
başlangıcı olmayan sonlara yazılan...
bir adam var ve bir kadın...
koca koca boşluklar yaratan iki hayat var...
bir geliş ve bir gidiş var
umut avuçlarının içinde tutuğun o yer de...
belki iğne ucunda ki boyanda
kaleminde ki kursunda var...
Ya da umarsız çekip gidişilerinde var...
bir hikaye var yazılan ama henüz paylaşılmayan...
iki kişilik bir hikayenin çıkmaz sokaklar kenti yalnızlığı var...

22 Kasım 2008

ÇOCUKTUM AMA...



Toz kir içindeydi ellerim.
Paslı bir dünyanın içinde belirmişti sorumluluklarım...
Çocuktum ama bilmiyordum çocuk olmanın gülmek olduğunu,
Çocuktum ama bilmiyordum çocuk olmanın oyunlardan geçtiğini...
Oyunlardan geçtiğini...
Gülümsemek miydi çocuk olmak yoksa kazanılan alın terinde miydi hiç bilememiştim…
Paslıydı bir demir dünyam....
Çocuk olmadan kocaman adam oluvermiştim...
Çocuk olamadan anne,
Çocuk olamadan baba oluvermiştim...
Kundaktaki kardeşin alın yazısında...

Şiir : Tanura
Fotoğraf : Serhat Taykutgül

20 Kasım 2008

GİZLENİYORUM BIRAKTIĞIN GÖLGENİN KUYTUSUNDA...

Ufak notlar alıyorum kendime hatırlamayı unuttuklarımı hatırlamak adına...
Zamana bölüyorum...
Kendimi kendimden çıkarmaya çalışıyorum sonucu hiç bulamıyorum bir kez daha yüzleşiyorum olmadığım, olamayacağım o gerçek ile...
Kimsenin başarmadığını başaracak bir kahraman aramamın sebebini soruyorum kendime defalarca ama açıklama bulamıyorum sorularımın cevabını hiç bilmiyorum...

Kendi kendimi çiziyorum...
Kurumuş yapraklı ağaçlarımı çiziyorum bir kez daha beyaz kağıdıma sonrasında boyuyorum turuncuya gölgelerine gizlenmek adına yeni baştan yaratıyorum...
Seni, beni ve bizi...
Bedenime doldurduğum her bir adı gölgelere buluyorum...
Küçük notların seyrinde anımsayıp tekrar unutuyorum yapmam gereken her şeyi...
Kendime veda senfonileri yazıyorum...
Bilmediğim bir ses ile okuyorum dizelerim de ki anlamsızlığı...
Uzanıyorum yatağımın anlamsız beyazlığına kulağım da ki ses ile..
Adını fısıldıyorum geceme...
Gizleniyorum bıraktığın gölgenin kuytusunda…

18 Kasım 2008

ÇİZİLMİŞ YÜZÜM!

Hadi yeniden başlayalım
Kaldığımız o yerden…
Çizilmiş yüzümün kuytusunda...
Hayat gecikmeden!

İçimden geçen cümleler…
İtirafı zordu…
Bir yer olmalıydı içine gizlendiğimiz yüzümüzdeki utangaç kırmızılığın fark edilmediği karanlık bir kuytu…
Söylemesi zordu bunca zamanın üzerine hissedilen o tanıdık duygunun keşfini…
Anlamsız cümleler kurma ihtimalini yüksek kılan heyecanın bütün bedenim de dolanıp duran ne olduğu belirsiz hissiyat ile dolup taşışını…
Anlatılması güçtü…
Dokunması ise olası değildi…
Bir yüzdü kalemden kağıda yansıttığın…
Bir yüzden öte bir bakışın kuytusuydu kaleminden kağıdına yansıttığın…
Şimdi bir bütünün bir parçasıyken, çizilmiş bir yüz iken hayatın anlam kargaşası koşullanmış bütün yalnızlıklara elveda…
Şimdi uzanıyorum gölgelerin karanlığından çıkan bir ışık huzmesinin altına…
Çıplak bedeni bütün kuytuları ile şekillendir!
Ölç ve çiz!
Anlat!
Beni değil, sen de ki beni bir kez daha anlat!
Anlat bilmediklerimi, şimdiye kadar hiç öğrenemediklerimi…
Duymadıklarımı söyle…
Gözlerini kapat, gözlerimi kapat bir gece karanlığında öp beni!

...
18 Kasım 2008
21:00

7 Kasım 2008

GİDELİM BİRBİRİMİZDEN...

Sus söyleme
Sessin duyulmasın
Hüzün kokan kokun yayılmasın odama…
Dur dokunma ellerinle,
bedenime bedeninle
İz kalmasın sıcaklığından üşüyen benliğime…
Sevme beni
Yüzün seyrime düşmesin bir kez daha
Kalk gidelimlere yol almadan
Hani o hüzün kokan yolların ayazına vurmadan gece bizi
Gidelim birbirimizden…
O boşluğa yazılan bütün kelimelerden kurtulalım
Saklanalım acıtan yalnızlıklardan…
Bir kez daha gebe kalmadan bitimsiz gecelere
Bir kez daha tanık olmadan sabahı olmayan gecelere
Bürünelim birbirimizin bilmediğimiz kaçışlarına…
Parçalanmış bedenlerin kanayan yaralarına basmadan,
Yüzümde bırakılan her bir iz kanamaya başlamadan gidelim birbirimizden…

Umut yok yarına,
Bedenlerimizde koşullanmış bu acıdan dönüş yok yarına…
Gitmek yazılmışken isimsiz boş kuytulara bu telaşta yarın yok!
...
..
.

DUDAKLARINDA KIRMIZI HÜZÜN VE ÖLÜM KUSAN YÜZÜN!

Dudaklarında kırmızı hüzün ve ölüm kusan yüzün...
Unutmuyorum ben giderken bana bakan gözlerinde parçalanan hayal kırıklıklarını...

Kendimi ve seni bir kez daha yanıltıyor olmanın ağırlığı ile geçip gidiyorum bir kez daha parçaladığım hayatından ve susuyorum!
Yitirdiğim cesaretimle, yürüyemediğim o yol da yeniden çakışan zaman dilimlerinin orta yerinde öylece duruyor olmanın acısını hissediyorum…

İkimize dair olan bu gerçekliği senin kadar benimseyemediğim için üzgünüm!

Bana sunduğun, benim için yarattığın yaşamın içine sığdıramadığım ruhum adına üzgünüm!

Sana her bakışımda kendimi gördüğüm halde her şeyi bir kenara bırakıp gelmediğim her an için üzgünüm!

Hiç vazgeçmediğini bildiğim ve hiç vazgeçmeyeceğini bildiğim için üzgünüm!

Yapacak bir şey bulamadığım için, söyleyecek sözüm olmadığı için üzgünüm!

Şaşırıyorum evet şaşırıyorum ama en çok içinde yaşattığın bana şaşırıyorum...
Kan kusuyorum gecelerine, kırmızıya buluyorum hayatını ama senin, ama benim gecene bıraktığım izin rengine duyduğun hayranlığa şaşırıyorum…
Ne desem bilemiyorum, ne denir bilmiyorum…
Aklının hangi geçmişte kaldığını, aklın da hani an da saklı kaldığımı bilmiyorum…
Sende neden bu denli canlı kalabildiğimi hiç anlamıyorum…
Ama en çok kendime kızıyorum yaşamak istemediklerimi sana yaşattığım için, en çok kendime kızıyorum kendimi ve bizi sana unutturamadığım için…
En çok kendime kızıyorum bütün tatminsiz isteklerimi geride bırakıp Her şeyi yok sayamadığım için…
Üzgünüm sevgilim seni sevmeyi beceremediğim için!

An bu an...
2003’ten....27 Ekim 2008’e!
Adın hiç unutmadığımdır!

22 Ekim 2008

RUHUN ÖLÜYOR GÖRÜYORUM!

Ne dön istiyorum ne de sana dair bir iz kalsın istiyorum hayatımda ama bu açık yaralarımın, bu güvensiz tutarsızlığın bana senden, bana sizden kalma olduğunu unutuyorum…
Ne başa dönebiliyorum ne de ileri gidebiliyorum…
Zaman zaman ölüyorum!

İçimden bu cümleler geçiyor bazen
Geride bırakmayı bilsem de yaşanmış hayatı
bazen öylece takılıp kalıyorum…
olduğum yer de, olduğun yer de …

Her şey yok olup gidiyorken,
Bıraktığın fotoğraflar uçuyorken,
Aynalar seyrini özlüyorken
Ve sen
Hiç ummadığım o büyük yanılgıyı bana yaşatıyorken
Bütün korkularımın yüz üstüne çıkmasına sebep oluyorken susuyorsun!
Susma istiyorum, konuş istiyorum ama konuşurken söyleyebileceğin her yalan adına korkuyorum…
Suratına bıraktığım izlerden arınamayacak kadar korkulu olduğunu biliyorum…
İçindeki o kemirgen hissin başını döndürdüğünü biliyorum…
Kaçak zamanların korkulu şövalyesi ruhun ölüyor görüyorum!
İçindeki o korkak çocuk ile bir ömrü heba ettiğini görmüyor olmana üzülüyorum!
Yapılan hataların seyrinde, kendi geçmişinde, kendine biçtiği o kaftanda saklı kaldığın gölgelerin karanlığında yok oluyorsun biliyorum!
Sana üç kelime veriyorum (vefa, saygı, dürüstlük)
Bana bir hayat kur diyorum…
Nefesin kesiliyor,
Kelimelerin boğazına düğümleniyor seziyorum!
Hadi durma kus öfkeni diye kendi kendini telkin ettiğini biliyorum en çok buna üzülüyorum
Hep kendi kendine yaşadığını yazıyor olmana kızıyorum,
Oysa senin kendinle bile baş başa kalmayı hiç başaramadığını biliyorum…
Şimdi yeniden susuyorum!
Şimdi yeniden öfkemi de alıp gidiyorum!
Naftalinleyip saklıyorum!

22 EKİM 2008
18:00
An bu an...

13 Ekim 2008

TURUNCU OLUYORUM, KAHVERENGİYE GEÇİŞLER YAPIYORUM...

Can sıkıntısın koyulaşan sessizliğinde yankılıyor hayat duymuyorum…
Göz bebeklerim ışıldıyor ama elimi uzatıp dokunacak halim kalmıyor güne susuyorum!
Yeni yeni başlangıçlara bitmeyen hikayeler yazıyorum…
Bulunduğum o yerde içime doğuyorum!
Kanıyorum geceye!
Süssüz siluetlerin karmaşasında kendime saklı bıraktığım o kuytuda yalnızlığıma kenetlenmiş uyuyorum…
Gözlerimin ardında rüyalarıma sızan hayalin ile damaklarımdaki kuruluğa doyuyorum…
Alnımdan damlayan ter ile uyanıyorum kabusların eşiğinde geceye korkuyorum!
Tut elimi istiyorum, dokun istiyorum tenime ama hiç dillenemiyorum…
Kalabalıkların içinde susuyor, susuşlarımdan kendime ürüyorum!
Midemin arsız ağrıları eşliğinde adını zikrediyorum canım yanıyor, kanatıyorum dudaklarımı!
Hafızamdan koşullanan görüntüler eşliğinde geçen zaman dilimlerine fısıldıyorum adını bir his doluyor bedenime titriyorum…
Bir de diyorum bir de öyle olsaydı diyorum o "öyle" dediğim o şeyin her neyse o şeyin ne olduğunu bilmiyor olduğumu anımsayarak gülümsüyorum kendime…
Kendi kendime yazdığım hikayenin oyuncusu olduğumun farkına vararak dönüyorum yürüdüğüm bu yolu yarıda bırakarak. Sana ve bana, hiç olmayan o şeye evlada ederek uzaklaşıyorum geldiğim yönün seyrine…
Sonbahar oluyorum…
Bütün yaprakları üzerime dökülüyor ağaçların ve ben bir fotoğraf karesi sessizliğine iz bırakarak yok oluyorum…
Ayaklarımın altında yürüdüğüm mevsimin rengine bürünüyorum…
Turuncu oluyorum, kahverengiye geçişler yapıyorum…
Cam önü yalnızlığında kahve kokusuna doluyorum…
Buram buram tütüyorum…
Özlüyorum, beklide bilmeden özleniyorum…

13 10 2008
TANURA...




30 Eylül 2008

DOĞAN BÜTÜN BEBEKLERİM ÖLÜ!

Elleri kanlı bir gözyaşı avuçlarıma dökülen.
Umursamaz sabahlarda kana buladığım hayat,
yorgansız uyuduğum gece
ve tesadüflerin gölgesinde gebe kaldığım sabah(lar)!
Boşluklarımda kıvranan ağrı!
Korkunun kıvranan karalığı.
Ölüm kör kuyularımdan öte derin yalnızlık hissiyatı
Doğan bütün bebeklerim ölü!
Kanlı gebeliklerin doğmayan çocukları
Yüzleri yok
Gözlerinde karartı!

Gördüğüm bütün düşler acı!
Bildiğim bütün dokunuşlar yaralı!
Öptüğüm bütün dudaklar kanlı!
Bıraktığım bütün izler korkulu!
Özlediğim bütün adamlar,
Seviştiğim bütün vücutlar,
Dokunduğum bütün tenler,
Korkulu!

İsmi yok!
Şekli yok!
Baktığım, gördüğüm hiçbir şeyin bir benzeri yok!
Bölük pörçük cümleleri(mi)n anlamsızlığı yok!
Derin solukların bedenime faydası yok!
Bu anlamsız rüyanın biteceği yok!

9 Eylül 2008

..........İSTEMİYORUM!

Saçlarım dağılıyor hayata,
bir sıcaklık bedenimi sarıyor ama ben üşüyorum!

Gözlerini kapatma
dalmasın derinliklere bakışların
benden öte gitmesin dokunuşların
yabancı bir semada uçmak istemiyorum!

Rüzgarı hissetmeden gitme sakın
uçuşmadan maviliklerde
ve tatmadan anlamsızlığın buruk tadını
ve bir şarap nöbetini tutmadan birlikte çekip gitme!
bilmediğim boşluklarda sarhoş olmak istemiyorum!

Ellerimi tutmadan gitme
bir kez olsun inmeden korkunun derinliklerine
son kez olsun hissetmeden dudakların dudaklarımı gitme
bilmediğim karanlıklarda yeni bir dünyayı keşfetmek istemiyorum!

Anlamsız sözler eşliğinde,
kaçamak bakışların gölgesinde çekip gitme!
Dolmasın dudaklarına kelime boşluklarının kırıkları...
Etrafa saçılmasın yalnızlık kırıntıları
korunmasız hayaletinle,
samimiyetsiz siluetinle hatırlamak istemiyorum gidişini...
ellerime bıraktığın anıların
yanıp küllenen tozunu
öfke nöbetlerinde bilmediğim dünyalara savurmak istemiyorum!

15 Ağustos 2008

BACAK ARASI YANGINLARININ SOYSUZ PİÇİ! /"BEKLENİLEN!"

garip bir durum içinde
yaşattığın ve hissettiğin
aynı istek ile istiyor aynı özlem ile özlüyorsun...
içini gıdıklıyor insanın
göz ucuyla geçmişini izliyorsun...
bacak arası yangınlarının soysuz piçi oluyor "beklenilen!"
ne bir şekli oluyor bu isteğin
ne de bir sonu!
Olsun istiyorsun,
Düşünmüyor sadece yaşansın istiyorsun!
Kör bir kuyu gibi ten'e kazımak istiyorsun kokunu
hiç ayrılmayacağın bir limanmış gibi sarıyorsun bacaklarınla
ve öfkelere kusuyorsun
ve doyumsuz insanı ruhlardan
yalancı oyuncaklar yaratıyorsun...
adını koymaya cesaret edemediğin yeni yetme duygular barındırıyorsun…
hissetmenin olası olduğu bütün korkuları şekli olmayan,
sabitlenmeyen, soyut bir kabın içine doldurup
bir rafa kaldırıyorsun...
son kullanma tarihinin geçmemesi dileği ile sil baştan yeniliyorsun...
bütün fiziksel ve duygusal yalnızlılarını
içinde ki dolmayan boşluklarını
büyütüyorsun
...
..
.

GİT VE HİÇ GELME İSTİYORUM!

Hücrelenmiş yalnızlıkların
Zindan karası gecelerinden,
Bir ömrün avuntusuz zamanlarından geçip geldim!
Şimdi bu yerde,
Durduğun,
Nefesinin kesildiği o yerde dokundum sana ve bana…
Dillenmiş zaman yalnızlıklarımıza…
Hissettiğin,
Hissetmekten korktuğun her şeyi,
Hatırlamakta zorlandığın ki hatırlamak için hiç çaba sarf etmediğin,
Unutmayı düşündüğün,
Ama unutmayı hiç bir zaman başaramadığın bu yerde duruyorum…
Gözlerinin tam içinde, bana ait kalmış o yerde duruyorum!
Sakladığın,
Saklandığın,
Kendine anlattığın yalandan masalların inancının kırıldığı o yerde duruyorum!
Kalbinde,
Unutamadığın o can acısında,
Ellerin uyuşukluğunda duruyorum!
Dokunmaya sevdalı, hissetmeye arzulu çıplak bedeninde duruyorum!
Unuttuğunu sandığın her şeyi sana hatırlatan bu yer de,
Gece karanlığından gün ışığına,
Gün ışığından gece karanlığa en güzel geçilen o yer de duruyorum!
Hayatını ellerimin arasında tutuyorum ve gülümsüyorum…
Giderken açtığın yaralardan sızma ışığınla yaşayamadığımı düşündüğün adan beri
Hayallerinde belirdiğim o yerde duruyorum…
Artık korkmuyorum!
Hiçbir gidişe elveda demiyorum!
Arkaya bakmıyorum…
Yalanlar söylemiyorum kendime...
Bitişleri tenimde gizlemiyorum…
Kaygan gece yarılarına düşler katıp hayaller kurmuyorum!
Gideni,
Gitmeyi düşleyeni,
Gitmeyi sevmek sananı ya da sevmenin gitmekten geçtiğini düşünen kimseyi istemiyorum…
Bir esintiyi bekliyorum
Kollarım açık rüzgarın esmesini bekliyorum…
Bir esintinin sıcaklığına dolmak ve yeniden doğmak istiyorum…
Sessiz gecelerin iniltisiz sabahlarından korkuyorum ve dokunmayı hiç bilmediğin zamanlara “öfkeler yağdırıyorum!”
Kendinden başka hiçbir şeyi sevemediğinin, sevemeyeceğinin farkındalığında gülüp geçiyorum dokunmayı bilmeyen ellerine…
Hiç ürpermediğim sabah çiğlerine
Ve adına yazdığım her bir kelime adına
Kendime dillenmiş küfürlerden besteler yapıyorum…
Git istiyorum...
Git ve hiç gelme istiyorum!

Tanura...
Ardından çok sonra son bir veda belkide elveda...

HAYAT!

suskun bir zamanın konuşkan çocuğu oldum
kelimelerin yetmediği zamanlara ise yüklem…
tümcesiz sözlerden dizeler türettim
denklemi olmayan sorular yazdım..
bir hayattı gizlediğim,
kendimden ve herkesten sakladığım
gözleri kör bir yabancıydı!
hiç bilmediğim,
hiç bilmek istemediğim,
geçmişten bu yana sıraladığım,
sırasında şaşırdığım,
öncesini ve sonrasını yitirdiğim ,
ve hiç bir zaman bulmak istemediğim,
gözlerimin önünden,
sözlerimin sıradanlığından,
savunmasız kırılganlığımdan,
korkularımdan ve korkusuzluğumdan
yeni bir hayat yarattığım,
için de seni,
için de beni
ve
içine bizleri yerleştirdiğim bir oyunudu oynadığım
oynamaya mecbur bırakıldığım…
kendim olduğum ve kendime bırakıldığım…
hiç unutmadığım
gözlerimin önünden hiç gitmeyen sahnelerle doldurdum hayatı
geçmişimden bu yana uzanan
bu günden yarına yol alan…
puslu bir gece nöbetinde öfkesine kustuğum
dönmeyi unutan,
acıtan dünyanın
korunmasız zamanlarına şahit olan oldum
hayatın kurgusuz, hayat kuruntusuz, hayat savunmasız
ve hayatın kesintisiz soluklarından payına düşeni alan oldum…
zaman geçti…
anılar derinleşti…
hayat zamanın küllerinde savurduğun,
pullanıp döküldüğün,
rüzgarında uçuştuğun zaman dilimlerinden ibaret oldu…
hayat yeni bir dünyanın
yersiz bir başlangıcın ve bitişin başı ve sonu oldu!

05 agustos 2008
Tanura

13 Temmuz 2008

ÖLÜM KANAR DÜŞLERİME!

Açılır pencere
Sızar içeri gizli gülüşlerden bir aşk
Soluk soluğa zaman
Çekincesiz bir bahar…
Islak çimler
ve
Ayaklarımın altında bir dünya!
Açılır pencere
Sızar içeri seyri avuntusuz zaman karanlığı
Ay ışıldar
Yıldızlar ışıklarını yakar…
Gece selam eder
Yüzün seyre düşer,
Ölüm kanar düşlerime!
Açılır pencere
Okyanusun kokusu dolar içeri
Savunmasız yakalandığın,
Kaçmayı bilmediğin,
Kaçmayı hiç istemediğin…
Bir aşk doğar sabaha
Kokusunda sarhoş olduğun
Kokusunda ayıldığın!
Açılır pencere
Gözlerini kamaştırır yarın
Ellerin dokunur
Ellerim dokunur
Bedenin bedenimde
Bir ömre uzanır!
Açılır pencere
Odaya
Bir çığlık dolar
Bir kadın ve bir erkek
Geceyi, belki bir ömrü
Ya da yeni bir doğuşu
Baştan yaratır!
Yeniden varolur
ve
yeniden öğrenir
Yaşamayı!
YAŞATMAYI!

27 Haziran 2008

YAŞIYORUM!

Yeni başlangıçların, yeni yol ayrımlarında nöbet tutar gibi bekliyoruz yine yaşamayı bilmeden geçiriyoruz birbirimizden çaldığımız zamanı!

Parmaklarımın arasında tuttuğum kalemden dökülen ilk sözler oldu bunlar yıllanmış bir aşkın yeniden hayat bulacağına inanmak gibi yersiz bir beklenti içine girmek ve sonucu her daim biliyor olmanın hissettirdiği hayal kırıklığının kurduğu cümleler olmasıydı belki…

Hiç cevap bulamadığım soruların ve onların içine kattığım yenileriyle eşsiz bir uyum içinde hiç yadırgamadan, yabancılaşmadan yaşayıp gidiyor oluşumuza şaşırıyorum bazen ama elden bir şey gelmiyor alışmak tek çare gibi görünüyordu her koşulda…
Ve zaman geçiyordu ve bizler hep alışıyorduk alışmak zorunda bırakılıyorduk ve bunu hiç fark etmiyorduk!

Çözümler üretmeye çalışmıyorum artık…
Telefonda duyduğum sessini düşününce artık eskisi kadar aşık kalamadığımı anladığımdan belki çokta fazla üzülmüyorum ama yıllanmış bir alışkanlığın dile getirdiği bu hayalin yitik cümlelerime kattıklarından dolayı da mutlu olmuyor değilim…
Belki en çok bu yüzden seviyorum terk etmiş, edilmiş acının koynunda sızan kelimeleri…
Belki bu yüzden aşkı yazmayı seviyorum en çok…
Ve evet bu yüzden sadece üzüldüğümü sanmalarına gülümseyebiliyorum…
Bilmedikleri bir şey olduğunu hiç fark etmiyor olmalarına ise hiç şaşırmıyorum insanların…
Gördükleri bir pencere var ki o pencerenin ardında olanları görmeyi bilmeyenlerin dünyasında yaşadığımın bilincinde olduğumdan beklide gülüp geçiyorum bütün yüzeysel dokunuşlara…
Ve susuyorum konuşmanın yersiz olduğu zamanlara…

Öylesi cümleler değil kurduklarım en azından ben böyle düşünüyorum aslolan da bu değimli senin, onun ya da bir başkasının ne hissedip, ne düşündüğü değil, benim ne hissettiğim benim ne düşündüğüm ve bu cümleleri bana neyin, neden ve niçin kurdurmuş olduğu…
Anlatacak değilim şimdi burada yeniden başa dönmek istemiyorum yetiri kadar yüzleştim onunla yeniden anlatarak başladığım yere dönmek istemiyorum…
Bir yol var şimdi ilerliyorum...
Yaşamıma kattıklarım, yürümeme engel olan ama bunun olmasına dahi sebeleri olan tanımama ve kendimle tanışmama yardımcı olan hayal kırıklıklarından öte değil ama her şeyden önce yürüdüğüm yolda belirliyi izler bırakarak ilerlememe sebep olanlar ki bilirler bilmek isteyenler, bilmeyi göze alanlar!
Onlara diyecek lafım olur mu bilmiyorum ama bir çeşit minnet hissinin içimde olduğumu seziyorum…
Ve bu gerçeğin ilk defa korkutmuyor olduğunu hissediyorum…
Yüzümü güneşe dönüyorum…
Gözlerimi kapatıyorum…
Kollarımı açıp rüzgarı hissediyorum…
Yaşıyorum!

....
ardından bana kalan henüz gitmemiş olsanda...

17 Haziran 2008

AVUTMA DÜŞLERİNİ KABUSLARIN KAÇIŞI YOK!

Nefesinde gizlediğin,
İsmini saklı tuttuğun acının…
Kan damlayan dudak boşluğundan sızan tebessümün adı yok!
Manasız bir gülüşün,
Samimiyetsiz dokundurduğun elin tenimde kıymeti yok!
Durma git!
Ne gölgen kalsın ne siluetin!
Ne kokun yayılsın odama, ne de nefesini solusun nefesim!
Adımlarını at durma hadi git…
İnandırıcı değil,
Hiçbir bakışın gerçek değil,
Dokunuşlarındaki kadar sahte susuşların...
Tenim, tenimdeki sıcaklığına yenik…
Yitik bir ömre hınca hınç tüketilmiş bir yarının öfkesi bu kustuğum…
Kelimelerin ve kelimesizliklerin,
Oyunların ve yalanlarının içine saklandığın üzerine örttüğün saydam tebessümün geçirgen yarının da bir merhaba esir düştüğün…
Öfkeler eşliğinde sabahladığın gecelerin,
Bir kadının bedeninde gitip geldiğin anların çığlıklarıyla böldüğün gecelerim…
Acıların ve acımasızlıkların eşliğinde,
Korkutup kaçırdığın(korkup kaçtığın) ya da sevmeyi beceremediğin her kadının bedenin de küllendirdiğin aşkın izleri göz bebeklerinde…
Yenik düştüğün, kendine kaçtığın ve hiç bilemediğin bilmek için çaba göstermediğin yitirişlerinde saklı saplantıların…
Kaçışı yok artık,
Yeni bir başlangıcı yok…
Gözlerinde ki telaşın çaresi yok…
Senin ve benim ortak bir güne başlangıcı yok…
Dillenmesin yarınlara geleceğe meal yok!
Avutma düşlerini kabusların kaçışı yok!

...
birbirine girmiş bir zamanın birbirine dolanmış kelimelerini...

7 Haziran 2008

YA BENİ BENDEN AL YA DA GERİ VER BANA BÜTÜN KÜFLENMİŞ YALNIZLIKLARIMI!

Biliyorum ki duyduğun, okuduğun en saçma sözler olacak bunlar…
Bilmeyeceksin, anlamayacak kadar uzaklaşmış olacaksın benden…
İki yol ayrımında hiç başlamayan bir aşkın vedasını edeceğiz ve bir kez daha ve ters yönlerde yeni bir hayata adımlar atmaya başlayacağız…
Belki hiç dönüp bakmayacaksın ardın sıra bıraktığın boşluğa ve belki ben hiç durup bakakalmayacağım uzaklaşan adımlarına!
Bir dönüş yolunda yeni bir düşle yeniden adımlar atacağım hayata becerebildiğim kadarıyla…
Kinli bir coğrafyanın ayazında yön bulacağım…
Her bitişin ardında olduğu gibi yine senden nefret edip küfürler savuracağım küflenmiş yalnızlıklarıma!

Gel diyemeyeceğim, sesimi duyamayacak kadar uzaksın artık bana.
Ateşten bir gömleği giyer gibi sarıldığım tenin de ve hissettiğim sıcaklığında yeniden son bulacağım ve kokunu içime çekemediğim bir yarında hayatın bana bıraktığı izleri takip edeceğim!
Ne sen olacaksın ne de artık ben kalmış olacağım!

Sen gecenin karanlığından bir sabaha terlemiş uyanacaksın!
Fark etmeden acıttığın canımın kinine terleyeceksin belki bir kadının kayganlığında yeniden hayat bulacaksın yaralarını saracak tazeleneceksin!
Ve belki bende yeni bir göğüste aşkı arayacağım, sevdiğimi sanacağım ya da sevildiğime inandırıp kendimi avutacağım bedenimi ve ruhumu!
İnanamadığım tanrıya sığınma ihtiyaçlı bir gecede bir uçurumun en uç noktasında kollarımı geceye açacağım ve beni al diye bağıracağım!
Dudaklarım uçuklayacağım, kelimeler boğazımda düğümlenecek, ağlayacağım!
Hiç duymadığım bir his ile vazgeçemeyeceğim yaşamaktan!
Yeniden savaş vereceğim kendimle!
Bütün fotoğraflarını yakacağım mesela ve bütün hatıraları silmek isteyeceğim hafızamdan!
Hiçbir filmi seyretmeyeceğim, senin izin olan hiçbir sokağa sapmayacağım!
Yeni yerler keşfedeceğim içine yeni hayatlar sığdırabileceğim yeni boşluklar yaratacağım!

Geri dönüp baktığımda sana gülümseyecek kadar seveceğim her şeyi!
Ve sen işte tam bu anda geri dönmek için savaş verecek kadar sevmeye başlayacaksın beni
Ben seni artık sevemeyecek kadar özgür kalmış olacağım ve yine gecikilmiş bir sevginin ardından baka kalacağım(z)!
Treni kaçırmış olmanın hüznüyle bir daha seferi bekleyeceksin(ğiz) !
Önce istasyondan hiç ayrılmayacaksın(ğız)!
Zaman geçicek ve beklemekten yorulacaksın(ğız) vazgeçeceksin(ğiz)!
Yavaş yavaş yol almaya başlayacağız, kendimize beklemenin bir faydası olmadığını defalarca anlatacağız ve ikna etmek için uğraşacağız.. yürümeyi yeni öğrenmiş bir bebek bilincinde ağır adımlar atacağız ve her adımda geriye bakacağız!
Gelen ve gidenin çizelgesini çıkartacağız ve daha seri adımlarla devam edeceğiz yürümeye ardımıza dönüp bakmadan!
Hayatın bizi yeniden buluşturmasını dileyeceğiz beklide ve yeniden kızacağız bir kez daha küfür edeceğiz kaçırdıklarımıza!
Kendimizden nefret etmemeye çalışsak ta içten içe kin kusacağız öfkemize ve göremediğimiz daha doğrusu görmeye bilemeyen gözlerimize!

Ve çığlık atacağız kendi kendimize!
Gördüklerimize, dokunduklarımıza, yürüdüğümüz yolların karamsarlığına ve şu cümleyi tekrarlayacağız;
Ya beni benden al ya da geri var bana bütün küflenmiş yalnızlıklarımı!
ve susacağız kimsenin duymadığının bilincine vararak susacağız!
Ne biz kalmış olacağız, nede parçalara bölünmüş olacağız…
Sevemediğimiz her şeyle yaşamın telaşına karışacağız!

.........
Tanura

7 Mayıs 2008

VE AÇILIR PANDORA'NIN KUTUSU BİZ ÖLÜME SUSARIZ !

Ve açılır pandora'nın kutusu biz ölüme susarız!
İçinden süslü bütün cümleler yayılır etrafın küf kokusunda…
Birlikte çekilmiş eski fotoğraflar, saklanmış hatıra biletler odanın dört bir yanında...
Ölüm kokusu yayılır karanlık boşluğa, öldürülen aşkın kalıntıları ayakuçlarımda…
Ve hayat soluksuz kalır derin nefes nöbetlerinde!
Bir sancı sarar bedenin kasık boşluğunu, bir sıcaklıktır yakar!
Beden ateşe tutuşmuştur geçmişin özleminde…
Hiçbir ten ve hiçbir soluk baştan çıkaramaz savunmasız zaman dilimlerinin kemirgen yalnızlıklarını…
Ve hiçbir bakış kutsayamaz ruhun hüzün kulvarın da gezinen karanlık gölgelerini…
Ve kanar yara!
Ellerimden akan kan yayılır siyah zeminin kayganlığın da, başa sara film eski bütün hikâyeler canlanır gözbebeklerinin ıslaklığın da…
Hatıralar ele alır ruhunun gökkuşağı renklerini…
Bir cam önü sessizliğinde baka kalırsın sokak arasındaki çocuk kalabalığı gülüşlerine…
Gülümsemek içinden gelmese de zorlarsın yüzündeki hüzünlü samimiyeti…
Geçmiş işte dersin adı üste yaşanmış koca bir geçmiş!
Bırak kalsın geride dersin!
Başa dönmeden devam etmek gerek diye de yinelersin kendine defalarca!
Aklında tut bu kahrol asıca gerçeği diye küfretmeye başlarsın dağınık fotoğrafları tekmelerken cümlesiz yarınların boşluğunda…
Midendeki acı ve ağzındaki o garip tat ile eşlik edersin şarabın kırmızı dil ucu uyuşukluğuna…
Gölgeler gelip geçer ruhundan delik deşik olursun ve içeri sızır korkular, soğuk girer boşluklarından üşürsün!
Kolların sarmazken bedenini durup düşünürsün ve tekrar dilenir yanılgıların sayıklar geçmişi bir kez daha başlar küfür sendromları(n) da boğulursun…
Ve evet geçmişten feyiz alır geleceğe korkarak merhaba dersin...
Evet kabullenirsin…
Acı diner, zaman geçer ve sen ve ben alışırız…

Bunlar dağınık kelimeler bir bütünü yok belki bir anlamı var mı “olmayan” sence, sizce bilmiyorum sizin için öneminin olması benim için ne kadar önemli onu da bilmiyorum ama vardır benden yana bilinmez bir yanı…
Bilmezsiziniz belki siz, belki anlatamam bende ama işte bırakmalı şimdi sorgulamamalı yeniden beni, sizi, bizi…
Sıradan geçmişi!

21 Nisan 2008

HAYAT DEVAM EDİYOR HADİ UYAN!

İçtiğim kahvenin tadı yok!

Ne tat alabiliyorum ne de vazgeçebiliyorum. Alamadığım tadın ötesinde koca bir fincan kahveyi ellerimin arasında hala tutuyor ve yudumluyor olduğuma ise şaşırıyorum...
Ne düşünüyorum ya da düşüncelerim içinde en çok hangisini önemsiyorum bilmiyorum, kendi kendime konuşup, sorgular ve sualler eşliğin de zamanı geçiriyor olmaktan ise garip bir huzursuzluk duyuyorum...
Yaratıcı cümleler eşliğinde kalemden kâğıda öylece uzanıyorum…
Çelişkilerin karamsar boşluğunu çevreleyen duvarlarda onda ona çarpıp dağıtıyorum yüzümü…
Kanatıyorum dudaklarımı!
Ve korkuyorum!
Korkularımın kucağından düşüyorum uykuya, bir kaçışa merhaba dercesine dalıyorum yitik zamana…
Yerli yersiz zamanlara uyuyor, gözlerimi tekrar kapamaya korktuğum kâbuslarla uyanıyorum!
Terlemiş bedenimde korkunun telaşıyla, ayaklarımda yere basmanın ürkekliği ile adımlar atıyorum parmak uçlarımda. Bir sağa, bir sola bakarak ilerliyorum, bir iz ensem de, nefesini gizleyen bir yalan gölge!
Düşümden kalma bir siluet ardım da…
Ayılmak istiyorum, bu korkunun telaşından kurtulmak ve yeniden tat almak istiyorum…
Gülümseyemediğim hayattan, tadını unuttuğum, kokusunda kaybolduğum kahvemden yeniden tat almak istiyorum!
Ve yeniden adım atmak istiyorum ve yeniden adım atıyorum…
Hayatın orta yerinde bir çığlığa eşlik etmek istercesine seri adımlarla yürüyorum kendime, içime!
Kimsenin giremediği gizli bahçeme!
Yalandan, yasaktan, çelişkiden uzak kokulu bahçeme…
Ve kendime fısıldıyorum
Hayat devam ediyor hadi uyan!

AVUTMAYACAK BEDENLERİMİZİ HİÇ BİR SEVİŞME!

Konuşmak isterken susmak, susmak isterken konuşmak...
Anlatmak ama anlatacak sözleri bulamamak, kifayetsiz kalan sözcüklerden anlamlar türetmek...
Kör, sağır bir yalnızlık hissiyatıyla bölünmek ikiye, kalmak arada hayat ve ölüm arasında ki o hassas noktada!
Ne desem yeri dolmayacak olan terk edişlerin virane sokakların da dolaşmak yetmeyecek bizlere...
Avutmayacak bedenlerimizi hiç bir sevişme!
Hiç bir yeni nefes seni bana, beni sana getirmeyecek…
Ve kimse bıraktığımız boşlukları doldurmayacak!
Eksik kalacak hep yarın ve yarına dair olan her şey de...
Elbet ki gülümseyecek hayat, soluksuz akıp giden adına zaman denen bu kavram unutturacak yarınlarda geçmişi bize bir nebzede olsa ve kanatmayacak yaraları ama hep izler aratacak ve anımsatacak birazda kendinden bir yetişme telâşesin de ki hayattan…
Ama yaşıyor olacağız!
Gideni geride bırakmayı öğrenmiş olacağız, birbirimizi özlerken yaşamayı da öğreneceğiz…
Hayat gidenin arkasından yas tutulmayacak kadar acımasız aktığını anladığımızda geç kalmammış olmayı dileyeceğiz…
Gelecek zaman avuntularından kendimize yeni yaşamlar türeteceğiz…
Gülümseyeceğiz, gülümseteceğiz…
Seveceğiz, sevileceğiz…

KALEMDEN KÂĞIDA

Sen yokken biriktirdim...
Sen gittiğinden bu yana bütün yaşanmışlıkları heybeme katıp çıkardığım dersleri süzdüm hayatımın süzgeç görevi gören zamanında.
Hayata dair ne çok yarın var diye düşündüm ertelediğim…
Elime kâğıdı alır almaz bıraktım düşünce nöbetlerinde acıtmayı canımı döküldü sonrasında her şey kalemden kâğıda…
Ne yazdığımı bilmeden yazdım öylece, geriye dönüp okumayı hiç göze alamadım!
İtiraflar biriktirdiğimin bilincinde olarak beklide sustum konuşmaktan korkarak…
Gözlerimi kapadım öylece,
Sessini duydum, çığlıkların ilişti kulak derinliğime acıttın canımı…
Bir kez daha hissettim yitirilmiş zamanlara duyduğumuz öfkenin karamsar boşluğunu…
Ellerimizde bırakılmış izlerden ibaret geçmişlerde nefessiz kaldığımızı…
Düşüncelerim durgun şimdi…
Sisli bir ayna belleğim, soluklarım kesik,
Damaklarımda kızıl bir kanın tadı!
Ellerimde aşkın tonları,
Düşümde her daim düşlediğin o kız çocuğu “saçları kıvırcık, rengi turuncu”
Düşümde ana rahmi boşluğunda sancıyan bir özlemin kanamalı rengi…
Avuntusu parmak uçlarımda tutuğum kalemden kâğıda dökülen süslü kelimelerden öte olmayan kızgın, kırgın yitik iklim düşleri…
Sorguya ve suale meyil vermeyen kaçak zaman kovalamaları…
Seni benim, beni senin ardına düşüren boğazda düğümlenmiş aşkın esareti…
Geçti biliyorum şimdi, dönüşü olmayan yollardan geçildi…
Anımsanmaması gereken her şey anımsadı yeniden…
Gözlerini gördüm son kez düşüm oldun,
Yeniden hapis oldum kurgusuz yarınlara meyil yalnızlıklara…
Yeniden hatırıma düştün, yeniden hatırına düştüm…
Sessin hala kulaklarımda,
Adım dudak aralığında fısıldadın…

SEYR - İ ALEM / SEVİLMEK İÇİN SEVİŞEN

parçalanmış sözler döküldü dudaklarının arasından
liğme lime edilmiş bir beden de öte bir şey değildi!
ellerinin arasında bir ömrü tutmuş, aralık kalan hayat penceresinden izliyordu seyr-i alemi...
kalem tutmayan elleri, görmeyi beceremediği gözleriyle yaşam vermeye çalışıyordu acıkmış ruhuna.
hüzne tok, mutluluğa, aşkla sevişilen gece esaretlerine aç olan ruhuna yaşam vermeye çalışıyordu.
öpülerek uyanılmadığı her sabah hayata öfkeyle bakan bir hayat kadınından öte görmüyordu kendini...
sevmek için sevişen insanlardan öteye gidememişti,
kendine acımaktan ise hiç vazgeçmemişti...
bir gece ansızın uyanmış ve etrafta bir rüzgar hissetmişti, bedeninde ansızın beliren bir telaş vardı sanki..
bütün bedeni harek ediyor, her şey yer değiştirip yenileniyordu...
içinde bir şey kımıldıyordu...
ansızın saplanan ağrılarla memelerine sarılırcasına kavrıyordu...
anlamsız değişikliğin ismini koymaktan ise korkuyordu!
aşksız bir sevişmeden sızan beden akıntılarının bir hayatı ona armağan etmiş olmasına ise hiç olanak vermiyordu.
bedeni aç olan adamlarla sevişen, aşkı hissetmeden içeri girip çıkan adamlardan, haz alınmayan sevişmelerden sızan bir bebeğe tahammülü olurmuydu bilmiyordu...
ağlıyor ağlıyor ağlıyordu...
gözleri kara!
hayata veda edecek kadar ise hiç vazgeçemiyordu hayattan..
istediğini yaşamamış olsada seviyordu aldığı nefesi...
bir kadındı,
sevilmek için sevişiyor, hiç bir sevişmede sevgiyi bulamıyor olmanın acısıyla kendinden nefret edip duş akıntısında saatlerce ağlıyordu!
ve o artık tad alamadığı ama sevmekten vazgeçemediği dünyaya yeni bir hayat veriyordu
anneydi...
hissetmeye meğilli!

---------------

gördüklerimden, duymayı bildiklerimden...

28 Mart 2008

IŞIĞIMA

Ne desem bilemiyorum şimdi…
Kelimelerin kifayetsiz kaldığı anlardan bu sessiz bekleyiş!
Dilden çıkan zehir kelimeler, dudaklarımın ucundan kelimelerime dökülen…
Ne desem bilemiyorum şimdi,
Adını hangi dilde ansam,
Yüzüne hangi mevsimi yansıtsam bilemiyorum…
Sonbahar olup yapraklarını mı döksen,
Kış olup kar’a mı bulasan her yeri,
Bahar olup çiçeklere mi büründürsen,
Yaz olup güneşe mi doyursan renklerini bilemiyorum…
Senin ardından sana ne yazacağım bilemiyorum…
İsminden ve yakınlığından başka bir şey bilmiyorken ama içimde sevgini ve sıcaklığı bu denli hissederken sana hangi cümleleri yakıştırırım bilemiyorum!
Şimdi ne demeli,
Şimdi nerden hangi başlangıca uzanmalı bilmiyorum.
Seni yersiz sözlerle incitmek ise hiç istemiyorum…
Biliyorum ki hissediyorsun her zaman olduğu gibi uzaktayken gülümsememi gördüğün gibi,
Şimdi büzüşen dudaklarımı ve gözlerimdeki yaşarlı görüyorsun…
İçimde ki derin boşluğu hissedebiliyorsun…
Işıktın,
Işığımdın,
Işığımızdın…
Söndü demeye dilim varmıyor,
Dilim sadece yeniden o gökyüzü denilen mavilikte gözleri açmış olduğunu söylemek istiyor…
Ötesini düşünmek ise içimden gelmiyor…

Işık (fly2) şimdi yok,
Sadece bu hayat denilen kavramda yok,
Işık hayatlarımızın içinde,
Işık bütün sevdiklerinin ve onu sevenlerin yüreğinde, aklında, içinde…

Seni Çok Seviyorum Işık…
Huzur içinde uyu…
Hep yanındayım ve sen hep yanımdasın…
Sen hep yanımızdasın...

KESİK DUDAK...DOKUNMASIZ AŞK...........

İsimsiz,
Sualsiz,
Dilsiz…
Kesik bir dudak
Kanayan!
Kesik bir dudak dudaklarımda yozlaşan…
Dudaklarım pansuman!
Nefesim de korkular saklı…

Susuz,
Çöl sıcaklığı,
Akışkan mevsim yalınlığı tadın,
Tenim sıcak
Ellerim(n) uyuşuk
Konuşmak yersiz,
Yurtsuz bir başlangıç adın!

Ellerin yalana akan kan,
Kanın kara,
Gölgelerin kara,
İsyan tüm bedenim
Aklım kara!
Kurgusuz bir yazın
Yalnızlığım!
Şuursuz, bilinçsiz
Dokunmasız aşk benimsediğim!
Savaştığım,
Ölüme yakın bulduğum

AN ŞUAN...
ETKİLİ YALNIZLIK...

27 Mart 2008

PARMAK UÇLARIMDA HAYATI HİSSEDİYORUM!

Kendime notlar yazıyorum...
Vedalar edip, yeni hikâyelere yeni kahramanlar ararken buluyorum.
Ayaklarıma inen karasularla yorgunluğun dibine vuruyor, yorgunlukla gelen uyku nöbetlerinde süslü düşler kuruyorum…
Düşünceler içinde kan’a ve ter’e uyanılan bir sabaha merhaba diyor, her arayışın sonunda aynı kahır ile küfürler savuruyorum duymadığınız, duymayı hiç bilemediğiniz!
Görmediğiniz bütün ayrıntıları gözleriniz içine sokmak için can atıyorum…
Tuval’e yansımış resmin gölgelerini hiç fark etmediğinizin farkındalığında renkleri, beli belirsiz gökyüzü kalabalığını suratlarınıza yansıtıyorum ama sizler görmeyi bilmiyorsunuz, aslında görmek istemiyorsunuz…
Ve ben göremediğiniz gözlerinizle hayatı nasıl algıladığınızı anlamaya çalışıyorum...
Anlamlar katıp size canlar veriyorken buluyorum kendimi...
Kokunuzu duymuyorum, teninizi bilmiyor, sıcaklığınızı ise hiç hissetmiyorum...
Cümlesel dokunuşlarınızın ise sahte olduğunun bilincinde gülümsüyorum...
Vermediğim bütün kararları verip, yeniden parmak uçlarımda hayatı hissediyorum!
Artık zorlanmadığımı fark ediyorum, farkındalıkların garip soluk alıp verişlerle bölünemeyecek kadar sabit yerler edindiğini anladığımda ise korkulu bir telaşla geçiştirmeye başlıyorum her şeyi…
Uzaklaşıyorum…
Geride bırakarak bütün süslü geçmişi yürüyorum…
...

SAĞIR ET BENİ!

Sağır et beni!
Sesin bürünsün şeklime
Adım olsun adın…
Sesin bedenimi,
Sesin ruhumu,
Delik deşik etsin
Sen unut bütün geçmişleri…
Sen unut bütün yaşanmışları…

Sağır et beni!
Yersiz öfkelerle kus kinini
Çığlıkların dönüşsün…
İsimsiz kahramanlarıma
İsim olsun sesin
Tiz çığlıklar gibi
Delip geçsin
Kulaklarımda izler bırakan
Sevgi telaşına
Anım olsun

Sağır et beni!
Hadi durma söyle
Sessinde yansıyan
Yalnızlıklarını fısılda
Duymadığım,
Bilmediğim
Sevgi sözcüklerini
Fısılda bana
Şiir ol,
Nota ol,
Yerli yersiz iniş çıkışları olan
Eksik bir şarkı ol…
Tamamlanması olası olmayan
Bir aşkın namesi ol…

....

Düşten bana, benden ona...

17 Mart 2008

SANA BENİ SEVMEYİ NASIL ÖĞRETEBİLİRİM Kİ...

İsmin yok henüz, bir bedenin yok...
Şekillenmiş bir yalnızlıklığa şahitliğin yok!
Nerdesin, bir yer de olabilir misin ya da ismin devlet tutanaklarında var olabilir mi bilen yok!
İsimsiz kahramanlar bir avuntunun dokunuşunda var olabilirler mi?
Bir başlangıç ve bir son olabilirler mi bilen yok!
Bildiğim bir şey yok!
Dokunuşlara esir olan bir hissiyata sahip kılabilir miyim seni onu dahi bilmezken,
İsmini her cümlemde anışıma dahi anlam bulamazken, içimdeki hissiyatın beni soluksuz bırakışını bile anlamlandıramazken, seni rüyalarda süsleyen ben ki seni bundan haberdar dahi etmenin yolunu bilmezken ben sana beni sevmeyi sana nasıl öğretirim ki...
Hangi dil sana bunu anlatabilmem de yardımcı olur ki…
Ya da hangi iklim bu denli bedenimi kavurup geçer ki…
Aklımda isimlerden oluşan bir ağaçken yalnızlık, ellerim dilsiz bir haritayken, dillerim sus pus olmuş iken ben hangi bedenin çığlığında hayat bulabilirim ki?
Bilmediğim tenlerin hayali bu denli derin çizgiler bırakmışken bedenime ben şimdi sana tüm saflığımla nasıl soyunabilirim ki…
Kollarımı bu denli umarsız açıp sana gel nasıl derim ki…
Bilmediğim duyguların bütün özlemini sende çıkarmayı nasıl düşleyebilirim ki…
Hadi isimsiz kahraman susma söyle şimdi bembeyaz sayfalara kan kırmızı aşkımı nasıl akıtabilirim ki…
Tuzlu teninin kimyasında kendime yeniden bir hayat nasıl yarabilirim ki…
Hadi susma isimsiz kahraman susma ama her şeyi sırtlarım da deme bir daha bütün acılarına şahitlik eder yarana elerimi basarım da deme bana…
Benimle yarına dair güven cümlelerinde buluşma!
Hangi sevdalı durabilmiş ki verdiği sözlerin, sarf ettiği doğruluk yeminlerinin ardında…
Ve hangi sevdalı oyunsuz durabilmiş ki aşk nöbetlerinin perde arkalarında…
Ve hangi sevdalı bu denli tutkun kalabilmiş ki sevdasına…
Şimdi bana gel deme…
Herkes yenikken kendi yalanlarına bana yeni sevdalardan,
bana yeni başlangıçlardan,
bana aşkın tutkulu cankurtaranlığından bahsetme!
Her şey yalanken, aşk bir telaştan öte bir serüven de anılmazken bana uzanmış ellerini gösterme!
Uzanmış ellerini pembe düşlerine de bu denli korkak, bu denli güvensiz zamanların gebeliğinde sana beni sevmeyi sana nasıl öğretirim ki...

....DİŞLERİMDE KAN PIHTILARI VAR....

Dişlerimde kan pıhtıları var
teninden sızan tuzlu bir gecenin şehvetinde namussuzluğa gebe ateşten bir gece var...
Yarına ak,
yarına temiz çıkılamayan bir yangının alevleri ortalık yerde öylesi savrulan...
İçinde taşan fırtınaların,
sapkın yalnızlıkların da biriken ve
bir birikintinin girdabın da boşalan bir gece var...
Öylesi sancılı,
öylesi tutkulu...
İki çılgın aşığın esaretinde...

Dişlerimde kan pıhtıları var
aşk avuçlarımda biriken gül goncalarında...
İki kor yangından ibaret bedenlere bırakılmış ateş ısırıkların da...
Karanlık gecenin yatak odası loşluğunda...
Titreyen yatakların,
umarsız yarınlara bıraktığı yarınlardan kendine kattığı
düş sancılarında...

AŞKIN ADI OROSPUYA ÇIKTI

Her şeyin farkına vararak irkiliyorum!
Ne garip ve manasız bir giriş cümlesiyle başladım yine…
Yalanlar yalan yalanlar ve yalanlardan bozma oyunlar, maskeli, renklerle boyanmış yüzler…
Yüzsüzler…
Hiç kimseye inanmıyorum artık ve kimseye güvenmiyorum, güvendiğim zamanlara ise üzülüyorum…

Gene içimi acıtıyor özümsediğim, hayatıma kattığım, ayrıntılara gizlediğim her şey canımı acıtıyor yine…
Garipsiyorum, hayretler içerisinde izliyorum…
Ne çabuk benimsiyor insanlar bir kadını ya da bir adamı.
Aşk masalları yazıp, tutkulu sözcükleri ne kolay sarf ediyorlar birilerine ve kendilerini nasıl da sıradan kılıyorlar !
Kendilerini nasıl da özel sanıyorlar…

Aşkın adı opospuya çıktı!

Aşkın adını orospuya çıkardıklarını nasıl da fark edemiyorlar…
Yalanlarını dilendirmekten nasıl da çekinmiyorlar…

………………

Devam edesi gelmiyor insanın…

Kızıyorum…
Ne çok oyuncu var şaşıyorum…
Kelimelerle hüküm sürme çabanıza ise gülüyorum !

KISA METRAJLI SEVGİLİ

Şimdi uzaklarda değilsin ama sonra uzaklara gideceksin…
Yeni bir düşle yeniden yeni bir rol edineceksin...
Belki yorgun bir savaşçı olacaksın, belki yine yetme acemi bir âşık kalacaksın…
Belki de hep aynı kalıp etrafında değişen insanlara yeni kostümler giydirip onlara hikâyeler yazacaksın...
Şimdi uzaklarda değilsin ama sonra uzaklara gideceksin…
Hani kural bu ya, hani her aşk bitmek için başlamıştır ya.
Yeni bir masal için yol alacaksın ne ben ne de sen yetmeceğiz birbirimize.
Kural bu ya hani insan sahip oldukça hep daha fazlası ister ya hani doyma hissiyatı körelir ya işte bu yüzden aşk hikâyelerinin sonları hep ayrılıktır ya…
İşte bu yüzden her zaman olduğu gibi sen de ve ben de aynı son için yeni bir hikâyenin başlangıcı,
bitmek için yaşanan içsel sancıya m e r h a b a diyoruz…
Arkadaşlığa, dostluğa, belki kısa metrajlı sevgililiğe...

22 Şubat 2008

yorgun şehri dahi gece masallarına eş kılan…

Yeni yetme sarhoş bir dil dudak aralığımdan dökülen…
Tedirgin, ürkek bir yol kollarından bedenim(n)e uzanan…
Çıkmaz sokakların asi suvarisi gölgen(m)…
Kuşlarım özgür…
Kanat sesleri odamın KaRaNLıK boşluğun da duvardan bir diğer duvar karanlığına çarpan, çarpılan…
Başımı döndüren…
Islak gecelerin kör kuyusun da geceye masallar yazdıran…
Ayı yıldıza, yıldızı geceye tutkun kılan…
Gözlerim de bu yorgun şehri,
Bu ikilimi iklim olmayan, toprağı kan kokan şehri…
Bu acısı dinmeyen, yaraları kapanmayan şehri,
Kanayan yaraya tuz basan,
Tuzu PuSu kılan, yorgun şehri dahi gece masallarına eş kılan…
Yüzümü yüzüne düş kılan yüzün seyrime düşen,
Seyri geceme düşüren yüzün…
Bu şehri şehir yapan...
Bu dili dil yapan...
Durma sevdalı, yürümekten korkmadan at adımlarını…
Yolun nereye çıkacağını bilmeden ve korkmadan, sonraları düşünmeden yürü…
Uyuşan parmak uçların da ki acı seyrine düşmeden yürü...
Bırak yaşansızın zaman...
Bırak aksın kan...

Adın aklım da, Aklım adında….

Adın aklım da,
Aklım adında…
İsmi olmayan düşünsel avuntularım da…
Adın ömrümün bahar goncaların da…
Rengi solgun bir pembe de, kırmızıdan alıntı yansımalarında…

Adın aklım da,
Aklım adında…
İçiminde sarsıntılar yaratan,
Adı gizli sevişmelerin tutkun yalnızlıkların da…
Yalnızlıkların kuytu boşlukların da…

Adın aklım da,
Aklım adında…
Pencere buğusuna yazılmış,
Aşksal saplantıların da…
Dili lal suskunlukların anlattıkların da…

Adın aklım da,
Aklım adında…
Bedene tutkun sıcaklığında,
Teni yangın kılan,
Beni sarhoş eden dudak aralığın da…

Adın aklım da,
Aklım adında…
Esir düşmüş zindan bakışların da…
Yüzünden yüzüme süzülen,
Yüzünden yüzüme sürülen,
Düşsel yansımaların da…

Adın aklım da,
Aklım adında…
….

4 Şubat 2008

Dudakların(m)a bıraktığı(n)m diş izleri(n)m nerede…

Nerede o yalnız gölgelerin düşleri,
Nerede o adı bilinmeyen ülke hikâyeleri
Gidilmek istenen o çıplak kentler nerede…
Tutulamayan eller,
Avunamayan çocuk bakışlar nerede...
Ürkek dokunuşlar,
Çığlığa dönüşen suskunluklar,
O yeşil sabahlara gebe kalan nemli ve ıslak geceler nerede...
Zamanın çıkmaz sokağı hangi adreste...
Yürüdüğüm sahil,
Hırçın dalga boyları,
Sahile vuran deniz kabuklarının bıraktığı o koku nerede…
Işıltılı yansımalar…
Yüzüne düşen gölgem,
Dudakların(m)a bıraktığı(n)m diş izleri(n)m nerede…
Ana sığdıramadığımız tensel yaklaşımlarımız,
Yanışlarımız nerede…
Ilık nefesin,
Tenimdeki tırnak izlerin nerede…
Çığlığa dönüşen suskunluklar,
O yeşil sabahlara gebe kalan nemli ve ıslak geceler nerede...

İçsel Yansıma / Sayıklama / Yüzleşme

öyle garip ki her şey...
hep aynı cümleyle başlar oldum ama her geçen gün her geçen zaman yeni yeni yalanların yüzüme çarpmasıyla uyuduğum uykudan uyanıyorum...
ne derin bir uykuya ve derin düşlere dalmışım içinden çıkamıyorum...
iyiyim oldukça, keyfimde yerinde...
ne garip dimi bu yaşanılan beni yıkmak yerine daha da olgunlaştırıp başka açılardan da hayata bakamama yardımcı oluyor ve sizler öylece izliyorsunuz harmanlanmış duygularımın kelime yansımalarıını...
belki kendinize de soruyorsunuz, sorguluyorsunuz...
ne yaşlıyorum diye de merak ediyorsunuz belki ama yaşadıklarım sizinkilerden farklı değil...
hayatın sundukları ya da sunamadıkları işte...
karşılaşılan yalanlar-yalancılar,oyunlar-oyuncular, hileler-hilebazlar...
dedim ya sizinkilerden farklı değil...

ufkumu açtım yürüyorum artık arkama dönüp bakmadan...

GİT VE BAK

Yine uzun bir gün bitti
Yalan yanlış yaşanan öylesi bir günden farkı olmadan
Kırgın ve de kızgın
Ve beklentilere yenik düşen…
Hala görüyorum izlerimi, hala duruyorlar…
Korkuyorsun onları hayatından çıkarıp atmaya öylece…
Silineceğim senden cesaret edemiyorsun…
İstemiyorken bile hiç iz kalsın kendimden sana bu saygıyı bile göstermiyorsun..
Yine uzun bir gün bitti
Yine yanılgıların kuytularında ve yine hayal kırıklıklarına yenik düşen…
İnsan ne çok hayal kuruyor ve ne çok hayal kırıklığına uğruyor ve her defasında kendine niye tutamayacağı sözler veriyor ki…
Bizler niye hep aynı yanılgıların kuytularında buluyoruz ki kendimizi…
Ne garip…
İçimde hiç sevgi bırakmayan zamanların ardından şimdi tek isteğimken bütün izlerin silinmesi iken bu hayâsızlık neden?
Git aynalara bak her sabah baktığına inandığın ama hep gözlerini kaçırdığın o aynalarına…
Git ve bak…
Silinmeyen yüzüme…
Silinmeyecek olan izlerime…

İz kalsın isterdim s e v g i l i m...

İz kalsın isterdim sevgilim
Görmediğim o gözlerinden,
Ellerimin okşayamadığı saçlarından,
Benden geriye iz kalsın isterdim…
Öylece gittin sevgilim…
Anlatamadan sana
İçimin acıyan hikayelerini
Öylece gittin sevgilim…

İz kalsın isterdim sevgilim
Sıcak öğle sonlarından
Karanlık gecelerden
Bana iz kalsın isterdim
Çıkamadığımız o yolculuktan
Yaşamadığımız,
biriktiremediğimo hatıralardan
Geriye iz kalsın isterdim

İz kalsın isterdim sevgilim
Yazamadığımız her cümleden
Gidemediğimiz,
Adı aşk olan her filmden
İz kalsın isterdim
Kesilen soluklarımızdan geriye
Senden ve olmadığımız o bizden
Geriye iz kalsın isterdim sevgilim


24 OCAK 2007

KENDİ KENDİME

Ölesi garip bir gün,
Zamanın öylesine ilerlediği…

Geçen zaman içerisinde gördüklerimden ve görecek olduklarımdan daha da korkarak seyre dalıyorum herkesi ve her şeyi…
Geçmişe de bakıyorum ister istemez başlanan ve gelinen noktayı düşündükçe şaşkınlıklar içinde kalakalıyorum…
Düşünüyorum, düşündükçe içinden çıkılmaz o kuyunun içine daha da daldığımı fark ediyorum ve daldıkça her yanı daha fazla çirkin, kirli bir yüzeyin kapladığını görüyorum ve ben bedenim de ve de ruhum da oluşan o tiksinti hissinden kurtulamamaktan korkuyorum…
Korkularıma yenik düşmenin ise en büyük korkum haline geldiğini fark ediyorum ve zaman öylece geçip gitmeye ve ben öylece bakmaya devam ediyorum…
Sana, bana, bizlere, çevreme, insanlara, tanıdıklarıma ve tanımadıklarıma…
Yorulduğumu fark ediyorum ister istemez, biraz oturup dinlenmek mi ihtiyacım olan yoksa akışına bırakmak mı diye soruyorum kendime, kendi kendime…
Kendiyle çelişen zamanlar da, insanların hayâsızlıkların da, çekimser yalnızlıkların gölgesinde içine düştüğüm belki de saklandığım bu kuyudan çıkmalı mıyım diye içimden soruyorum kendime yine kendi kendime…
Kendi olmayan yanılgıların avuntusunda ne denli barına bilir ki insan diye de öylece düşünüyorum…
Ağır geldi biraz hayatın sundukları, canım yandı yaktığımdan fazla ama hala gülümseyerek karşılaya biliyorum sizleri “insanları”
Sizin için önemi nedir gülümseyişlerin bilmiyorum ama benim için insanın yüzünden ve ruhundan eksik olmaması gerektiğine inandığım tek gerçek neredeyse…
Mutlu hayat oyunu oynamıyorum sadece zamanın öylece geçip gittiğini fark ettiğimden beri daha fazla anlam yüklüyorum hayatıma ve gülümseyişlere o kadar…
Biliyorum ki hayatın acıtan, kanatan sivri noktaları var ve biliyorum ki hayat en mükemmel dediğin zamanlarda o sivri noktaları ummadığın anda o korktuğun karanlığına öylece umursamazca daldırdığı da doğru ama acıyı düşünerek ve acıyı her daim yaşayarak nasıl zamanın akmasına yardımcı olur ki insan…
Hayatın solgun zamanlarda kendini aksattığı bilinen bir gerçekken!
Evet, bunun bilincine vardığımdan beri gülümsüyorum…
Kimine iğreti gelen, kimine ise beni tanıyana ise ruhsal bir bütünlük olarak görünen ama benim içimi ısıtan ve dostlarımı, arkadaşlarımı, beni tanıyanları sevenleri ya da sempati duyanları içine alan o gülümsememden taviz veremeyeceğimi bir kez daha anlayarak öylece dillenmiş kelimelerimi sunuyorum size…
Yazacak ve anlatacak daha fazla içselliğim varken bu sıra susmayı yeğliyorum…
Kelimelerim delip geçecek biliyorum…

TANURA
23 OCAK 2007

K E N D İ N E K I Z G I N

Uykum var...
Kendimi banyonun soğukluğuna ve suyun sıcaklığına bırakmam gerek ama üşeniyorum...
Canım da sıkkın sanırım...
Pekiyi değilim bugün...
Hım…
Kendi kendime konuşuyorum şimdi gidiyorum belki bu gece olmam bilmiyorum belki de dayanama yine gelirim...
Ya da cümle kurmak isterim gelirim…

Kendime kızıyorum, çünkü kendime hiç zaman ayırmıyorum artık, yarım kalan ve okumak için ayırdığım kitaplarla doldu raflarım…
Ertelediğim ne çok şey biriktirmişim farkına vardıkça daha çok kızıyorum kendime…
Birde kendimi bu denli üzüntülere sürükleyebilmeyi nasıl beceriyorum bunu anlamıyorum…
Kendi kendime çok sordum ama bu sorunun cevabı yok bulamıyorum…

Kızıyorum kendime çok kızıyorum...

...:: G E C E :::...

Bir Rüzgâr oldum,

Esiyorum şimdi saçlarının ayazında…

Sesler duyuyorum etrafta,

Tiz çığlıklar…

Adını söylüyor yalnızlıklar…

Bir uçurum başlıyor,

İsminin anıldığı o yerde…

Gözlerin düşüyor gölgelerime,

daha hiç görmediğim o badem karası gözlerin

ve ben

Işıl ışıl parlıyorum geceye


GECE YARISI

H İ S S İ Z L E Ş M E K

Daraltılmış zamanların içinde bir yerde buluyorum kendimi…
Kaybolmuş ve yaşadıklarının parçalara böldüğü bedenimi bir araya getirirken…
Ne çok yalan varmış hayatımda ve ben nasıl inanmışım tutarsız insan silüetinin her şöyledi masalsı cümlelerine hala anlamıyorum…
Kendime de kızmıyorum aslında keşke bu kadar koşulsuz güvenmeseydim diye içimden geçiriyorum sadece…
Şimdi her şey tek tek yüzüme çarpıyor ve ben gerçeklerle yüzleşiyorum…
Zaman yok!
Harcanacak daha fazla zaman yok evet bunu anlıyorum…
İnsanlara emek veririsin, onlara senin için önemli olan zamanını verirsin, çabalarsın onlar için yeni yeni düşler kurar mutlu olması için uğraşırsın.
Sonra birden, sonra aniden her şey değişir, tuzla buz olur bütün yaşananlar, zaman ayırdığın emek verdiğin insanlar bir bir yara açar bedeninde ve yüzleri kızarmadan öylesine deşerler açtıkları yarayı da…
Tuz buz olmuş bütün yaşanmışlıkların üzerinde yürürler ve onlar her adım attığında, her defasında kendilerinden biraz daha uzak kalmana sebep olup içinde onlara karşı yaşattığın bütün hissiyatımı alıp götürürler…
Öyle bir hal alır ki nefret bile edemeyecek kadar uzak kılarlar, hissiz bırakırlar insanı yaptıklarıyla ve en kötüsüdür bir insana karşı hissiz kalmak bunu fark edemezler ya en çok buna şaşırırsın…
Sen uzaktan öylece baka kalırsın hayret içinde, seyredersin…
İçinden tepki vermek bile gelmez çünkü öyle önemsiz kılarlar ki kendilerini içlerine düştükleri bu boşlukta duvarlara çarparak geri döndüklerinin farkına bile varmadan savrulurlar…
Ne garip dersin ve bir süre sonra artık öyle önemsiz hal alırlar ki artık hiç görmemeye ve seslerini hiç duymamaya başlarsın.
Şimdi olduğu gibi…
Yok oluyorlardır yaşamından silüetleri bile siliniyordun gölgelerinden…
Zaman geçiyordur ve zaman hak edemeyene harcanmayacak kadar özeldir…

Olduğunu sandığın kişi misin yoksa olmak isOlduğunu sandığın kişi misin yoksa olmak istediğin kişi mi? Bunu bilmeli insan...tediğin kişi mi bunu bilmeli insan...

Ne garip zamanlar bunlar diyerek gecenin bu karanlık saatinde düşünmeye başladım yeniden..
Ne çok düşünüyorum diyerek de içimden geçiriyorum öylece. Düşünecek ne çok şeyi var insanın... Ertelediğim, bütün geriye attıklarımı da düşünce girdabımın içine alarak her birini ayrı ayrı ele almaya çalışarak karışıyorum kendime şimdi…
Zamanın aktığını ve ne kadarda hızlı aktığını fark ettikçe kafamdaki bu çelişkileri gereksiz diye yeniden rafa kaldırma güdüsünü aklıma getirdiğimi fark ediorum...
Bütün kimyasız serzenişlerimi bir kutuya koyup üzerinden iyice bantlayıp bir dolabın hiç açılmayan gözüne yerleştirmek istedim birden…
Ne kadar çelişik düşünceler içindeyim…
Bugün iyi dediğime yarın kötü, kötü dediğime yarın iyi diyebilecek kadar karıştım son zamanlarımda...
Her günü bir olay halinde yaşamaya başladıkça çelişkilerin daha da içinde yer almaya başladığımı fark ediyorum…
Ama şunu çok iyi biliyorum kendimle çelişmiyorum...
Çevredeki silüetlerin serzenişlerini, içlerindeki çelişkileri gördükçe ve benide bu karmaşaının ortasında bir yere çekmeye çalıştıklarını farkettikçe uzaklaşıyorum her birinden...
Gerçeği anladıkça daha çok güçleniyorum, kendime yabançılaştığım zaman dilimlerinden arınıp daha çok kendim oluyorum....
Her gün bitiminde içimden "ne gündü" diyorum geçiştiriyorum ama bu sefer bütün ertelediklerim uyku aralığımda nöbetler halinde hatırlıyor ve uyanıyorum bunu da böyle yapacağım diyerek ara verdiğim uykuma kaldığım yerden devam ediyorum...
Sabaha ise yorgun argın bir bedenle başlıyorum güne.
Maalesef ki uyku sorunu yaşıyor(d)um ciddi boyutlarda…
Dengesiz zamanların bana kattığı bir alışkanlık haline geldiğini düşüncesinin farkındalığı ile uyandığım güne başlıyor(d)um…
Giyiniyorum, sabah telaşesini bilirsiniz sizde aynaya bakıyorum.
Gözlerimi siyaha boyadığım göz kalemini hep çok çarpıcı buluyorum ve göz kalemimin ardından gelen rimelimin de birleşimiyle daha çok belirginleşen yorgun gözlerime aynada bakıyorum, kendime dalıyorum…
Hiç kendinize, gözlerinize, gözlerinizin içine öylece bakıp neleri dillendirdiğini derinlemesine hissettiniz oldu mu bilmiyorum ama ben bunu her sabah yapıyorum…
Uzun süredir alışkanlık haline gelen bu davranışın da bana iyi geldiğini içimdeki o kanayan yaraların nasırlaşmış yüzeylerini görmemi sağladığını bildiğimden beklide alışkanlıklarım arasına katmış olmaktan hiç çekinmediğimi anımsıyorum bir an…
Her sabah gözlerime bakıyorum…
Bir nehir akıyor coşkulu görüyorum…
Kimsenin bilmediği, görmediği o kadar çok şeyi anlatıyor ki, benim bile farkedemediğim, kendimden sakladığım bir çok gerçeği suratıma vuruyor ...
Kendimi daha iyi anlamama yardımcı oluyor ve bu farkındalığı iyiden iyi benimsiyrom artık...
Ben derim ki sizde bir sabah karşılaşın aynalarınızla ve bakın karşınızda duran aynadaki yansımanıza gözlerinize odaklanın hatta yakınlaşın iyice aynanın soğukluğunu hissedin ve bakın gözlerinizin içine içine, öyle çok şey anlatacak ki bilmediğiniz o kadar çok şeyi sizin suratınıza vuracak ki…
Yüzleşemediğiniz, korktuğunuz ve de kaçtığınız her şeyi size anlatacak…
Gerçi sizi bilmiyorum kendi içiyle yüzleşemeyenler ve bir oyunu yaşayanlardanmısınız yoksa kendiyle yüzleşebilecek cesareti kendinde bulabilenlerden mi?
Eğer çekinceleriniz varsa kendize karşı diyecek bir şeyim yok…
Söylediklerimi unutun…
Hiç bakmayın gözlerinize ve hep kaçın kendinizden…
Geçmişinizden bahaneler yaratıp geleceğinizi erteleyin, yalanlara inanın onlara kanın ve hayatınızda duyduğunuz yalanlar adına silin, savurun bütün her şeyinizi…
Ama ben derim ki insan olabilmek için, kendine saygı duyabilmek için, sevmek içi, dost olabilmek için önce kendini tanıyabilmeli insan...
Olduğunu sandığın kişi misin yoksa olmak istediğin kişi mi? Bunu bilmeli insan...
TANURA
04 OCAK 2008

AH! BİR BİLSEN...

Ben seni öyle çok özledim ki...
İçimden geçirdiğim o altı kelimelik cümle…
Tahmininden bile fazlayken içimdeki bu coşku ve ben seni ölesiye özlemişken ve sen yokken, bu kadar uzaktayken, ben sana bu kadar uzak kalmak zorundayken, içim seninle titrerken,
gözlerim her yer de seni ararken ve içtiğim şarabım sensiz boğazımda bir yumru gibi kalırken, senle yeni bir başlangıcın olmayacağını sonsuza dek bilirken ve en azısı bunu anlamlandırırken bir seneyi daha omuzlayacak olmanın ağırlığıyla vücuduma sızan ağrıları da hissederek yeni yıla, gelen yıla kadeh kaldırıyorum.
Hayatımdan geçişine ve olmayışının verdiği sızıya bile bedenimin hala ayakta dimdik duruyor oluşuna kadeh kaldırıyorum...

Ah! Bir bilsen diyorum bir bilsen nasıl özledim seni...
Kendimden her kaçtığımda biraz daha özlediğimi...
Elime kadehimi her aldığımda ve tek bir yudumla bile ruhumu kendi sarhoşluğuna hapseden şarabın kırmızılığında biraz daha özlediğimi bir bilsen...
Kaldırdığım ve kadehine tokuşturamadığım her anda biraz daha özlediğimi bir bilsen...
İçimdeki o kanaması dinmeyen yaranın sancısını bir bilsen…
Anlardın yüzümün eksin kalan ışığının aydınlatamayan yalnızlığını…

Yüzümün gülmediği, eksik geçirdiğim bir yeni yıl aralığı şu sıralar yaşadığım...
Gülümsememden öte kahkahalarıma alışmış olan insanların diliyle solgun bir yeni yıl bedenimde izlerini sürdüğüm...
Dileksiz ve birazda ümitsiz bir yıl aralığı ama hayattan yana değil aşkından yana, senden ve de bizden yana olan o nefessiz ve tükenmiş...
Soluğum efkârlı...
Nefes alıyorum efkâr doluyor bedenime...
Boğuluyorum kokun geliyor avuçlarımdan soluğuma tükeniyorum...
Ah bir bilsen öyle çok özlüyorum ki...
Elime yüzme bulaştırıyorum sensizliğin avuntularını...
Ah! Bir bilsen avuçlarımda ki ayazın kırıp geçtiği bahar dallarımı...
Solgun mevsimlerimi, açmayan çiçeklerimi, tutmayan mevsimsiz bahar goncalarımı…
Ah! Bir bilsen…
Sevdanın bedenimdeki umarsız izlerini…

Tanura


Geldi geçti koskoca sene diye aklımdan geçiriyorken sesli düşünme isteğiyle bir heyecan sardı beni efendim :)

koskoca sene geçti geçti de neler kattı neler aldı gitti orası ayrı bir konu...
hayatımıza kattığından daha çok alıp gitti mi orası bambaşka bir konuya buna hiç girmek istemiyorum açıkçası...

Şimdi efendim bu yılın herkese, bütün sevdiklerime ve bütün sevmediklerime ama saygı duyduklarıma, saygı duyma hissini yitirdiklerime, beni sevenlere, beni tanıyanlara, beni tanımak isteyenlere, inatla tutan ve bırakmayan tutanlarıma(gerçi iki kişi yoğunluktan dolayı yine bırakmış ama :P), tutup tutup bırakanlarıma :D, arkadaş ağımda olmadan msj atanlara, herkese açık not kutuma not bırakma nezaketini gösterenlere, sosyomata her gün inatla girenlere, birbirini yiğenlere, onlara, bunlara yazamadığım not kutusuna sosyomatın ve benim bilgisayarımın düzenlediği komplo dolayısıyla msj bırakamadıklarımın herkesin işte yeni yılını kutluyorum..

Yeni yıl size sağlık, mutluluk, aşk, huzur, sevgi, umut ve BARIŞ getirsin...

hepinize sevgiyle öpüyorum :)
ve şunu ekliyorum kin kusmaktansa insanlara gülümsemeyi tercih ediyorum :)

Bir de kendime bir laptop ve profesyonel bir fotoğraf makinesi dliyorum :)

Ben hep en mutlu olduğum anlarda ölmek isterim!

Ben hep en mutlu olduğum anlarda ölmek isterim!

İçinizden geçeni duyar gibiyim.
Yok yok bu sizin tahmin ettiğiniz gibi garip ya da saçma bir düşünce değil aslında istekte değil, sadece bir düşünce aslında…
Hep korksam da bu cümleyi kurmaktan yine de bu hissiyattan hiç vazgeçemediğimi fark ediyorum, bu gece yarısı yeniden. Güne iyi başlamışken ve sonlandırmak üzereyken şimdi nereden çıktı, aklına neden geldi diye sormayın bana, mantıkta aramayın. Aklımın bir köşesinde hep duran ve hiç silinmeyen bir yazgı gibi...
Hepimizin içinde garip tedirginlikler uyandıran o dört harfli kelime ”ÖLÜM”!
Zamansız gelen, bizi aniden saklandığımız o kuytudan tutup çıkartan ve kendi derinliğine taşıyan dört harfli, tek kelimelik ama anlamı ”YİTMEK” olan o can sıkıcı garip son…
Her canım acıdığında hissettiğim ama her mutluluğumda ise ya gerçek olursa şüphesiyle telaşlandığım garip bir hissiyat işte sadece mutlu olduğum anda yitmek...
Bu öyle bıkkınlık anlatan bir cümlede değil.
Seviyorum ben ne kadar canımı acıtsa da bu hayatı !
Sevdiğim bu hayattan mutluyken ayrılmak istiyorum o kadar ama mutluyken de bir o kadar kopmamak ve hep aynı mutlulukla yaşamak ama hayat izin vermiyor her daim mutluluğa…
Mutlu olduğun kadar üzgün zamanların olacak diyerek suratımızı çarpıyor gerçek dediği bütün yanılgıları…
Her daim mutlu kalabilmek bizler için imkansız…
Bizi mutsuz edecek bir şeyleri mutlaka yaratabilecek ve sahip olduklarımızı dahi yitirecek kabileyete sahibizdir. Hayatlarımızın içinde en güzel zamanlarımızda bile bunu en başarılı şekilde gerçekleştiririz ki en acısı aynı başarıyı mutluluklarımız adına hiçbir zaman gösteremeyiz…
Oysaki biraz emek gerektirir mutluluk ve güzel olana sahip olmak, sahip olduklarının da bilincine varmaktan geçer bunun yolu.
Bu konuda ne kadar başarılıyım bilmiyorum ama savaş verdiğimi biliyorum en azından kendi adıma, bunu yapmak adına…
Bu hayatı, bu hayat içerisinde soluk almayı ve bana yaşattığı karmaşanın içinde kaybolmayı seviyorum ben…
Ansızın yaşadığım depremlerle, düştüğüm kuyularla ve yansıdığım ve yansıttığım kelimelerle, fotoğraflarla, düşlerle, şarkılarla ve hayallerle sızmayı bir ömre seviyorum ben…
Soluk soluğa kaldığım her anda nefes almanın hazzını ve bana hissetirdiklerini,
gözlerimi kapadığım gecede sabaha uyandığım da güneşi görebilecek aydınlığa sahip olmayı, yürümenin verdiği öz güveni, dokunabiliyor olmanın verdiği hissiyatı yani yaşamı hissetmeyi seviyorum ben. Dedim ya sakın yanlış anlamayın başlığı görüp de bir telaşa kapılmayın!
Kokusunu içime çekmeden duramam ben bu hayatın.
Ani serzenişlerle tokatlar atarak suratımda kızarıklıklar bıraksa da, yaşattıklarıyla derin izler bıraksa da bu hayat, yaşamak düşüncesinden vazgeçemem ben…
Ve yaşıyorum ben !
Dedim ya işte sadece garip bir hissiyattır benimkisi “mutlu ölmek adına”…

TANURA