30 Nisan 2013

ELVEDA

Uzun bir yolun sonunda tükenen adımlarla yığıldı sandalyenin üzerine... Alnından damlayan ter, yüzünde beliren o anlamsız korku ile soluğu kesildi... Bir elvedanın böylesi acılı olacağı bilinirmiydi ki... 
Ölüm en soğuğundan sarmışken bedenini son bir öpücük ne kadar yakabilirdi ki tenini...
Dokunmak ne kadar acıtabilirdi ki...
.....

Hiç olmadığı kadar karanlıktı gökyüzü, sarhoş bir ruh gibiydi... 
Giden, gidilen o yerde yok olan ruh ile kaybolur muydu ki sevgi... 
Aşk bitiyor muydu ölümün başladığı o yerde... 
Ölüm bütün dokunuşları, bütün öpüşleri, bütün sevişmeleri de alıp gidiyormuy du...
İçinden geçiriyordu... Aklında birden çok soru ile uğurluyordu sevgiyi...
Bir yangının alevinde, içinde belirin koca bir boşlukla bir elvedayı en derininde yaşıyordu...
Bir öpücük yakmazken ölü bedeni, kor ediyordu soğuk tek bir dokunuş geride kalanı...



....


KEREM GIBI .. MABEL MATİZ

 

Kaç bahar gezdim gönül düzde
Yar edip yelleri
Kar değil bu derdiğim güller
Yağdı dikenleri
Kaldım bir başıma
Bu dert beni öldürmez de süründürür aman
Yaktım genç yaşımı
Bu matemi kalbim zevk ediyor onduramaz
 
Çare bu değilse de
Kandı sonsuz kere
Kör kuyu derin ateş
Kamberi de kül
Varmadı kerem gibi
Kah görünüyor dibi
Kör kuyu derin ateş
Kah yeri meçhul
 
Söz: Fatih Karaca
Müzik: Fatih Karaca 



Bu bu çok başka...
Bazı şarkılar btütün anlatılmayanların tarifi gibi...

Aşk can acıtıyor...

26 Nisan 2013

UYUMAYANIN Dilinden

Bir zamanlar zaman zaman olalı... 
O zamandan bu zamana unuttuğum, anımsadığımda gülümsediğim, anımsadığımda ah çektiğim... 
Bir gülüşün izinde yerle bir olduğum, geçliğim, saflığım, korkusuzluğumun gölgesinde aşka dolandığım...
Canım acıdığında gölgesine sığındım bir uyumayan vardı... Ne zaman ses etsem orada bulduğum...
Can acıma Şiirler yazan bir UYUMAYAN'ım vardı...

Ah Tanura

boynunda ki diş izinden önce olmasada, elbette bu acıda geçecek, sense geçmesin isteyeceksin bu ağrı...

acıyor... ben ne dersem diyeyim,kim ne derse desin acıyacak...
geçecek..
aşk bu...
kalsın seninle bir ömür...
kar kapıya dayandı,
karşı pencerelerdeki çiçekleri aramasın gözlerin...
zemheri de çiçek sensin...
ah tanura!
kız kardeşim, yoldaşım, incitmesin seni şiirler...
ten kokusu yenilsede şehrin kükürt kokusuna,
kan değil dudağının kıyısında ki,
aşk elinden içtiğin kızılcık şerbeti...
kökü derindedir gülüşünün ,fırtınaya eğme başını...
acıyor... ben ne dersem diyeyim, kim ne derse desin acıyacak...
inandığın ve güvendiğin duyguların derde gark olacak...
karanlık bir dehlizdesin,ışığı sen bulacaksın...
aklın oyunlar oynayacak sana,
herkeslerden sakındığın, sakladığın seni sen yargılayacaksın
aşk yanılsama diyeceksin, bütün dünyanın kandığı kocaman bir yalan...
ve ben yalanın ardı sıra giden bir kandım çiçeği...
ah tanura
yenildik...
yenilmekten korkmayan biz, acıya (mı) meyilliyiz?
ve giden kadar zalim olabilmeyi asla öğrenmeyeceğiz
(iyi ki öğrenmeyeceğiz)
şimdi yaslan bir akasyanın gövdesine
uyumayan bir şehirde al soluğunu,
senin için tasalananlara el uzat
olur belki şimalden gelen yağmur apansız apar bizi ...
az da olsa bizde günahkarız ,arınırız!
ah tanura!
kızkardeşim, yoldaşım, incitmesin seni şiirler
acıyor... kim ne derse desin acıyacak...
ve o acının kasıklarında başka bir sevişmek çiçeklenecek!



http://uyumayan.blogspot.com/2008/01/ah-tanura.html

UYUMAYANIN Dilinden Tanura...

22 Nisan 2013

-SAYIKLAMALAR-

Ensemde hissettiğim şuursuz nefes... Karanlık günlerin habercisi sessizlikte çınlayan çan sesleri... Gölgesinde kaybolan insan siluetleri... Her gece rüyamda izinsiz var olan o yabancıdan sıkıldım...
Küs kalan bütün sevdaların hayasızca yok oluşundan... Hiç sönmeyen o umut ışığından, asılı kalmış gelecek güzel günlerin özleminden, heba olan yılların bıraktığı o kahırdan yoruldum... Beklenilenden, gelmeyenden, var olmayandan sıkıldım... Gözkapaklarımdaki ağırlıktan yoruldum... Çığlık çığlığa uyandığım her geceden, avuçlarımda kalan bütün izlerden sıkıldım... Yok olsun isterken her şey, kendi kendine var olan bütün yalanlardan sıkıldım... Dost sanılan yabancılardan, sevimsiz kahkalarından sıkıldım...


- SAYIKLAMALAR - 

10 Nisan 2013

"Kedi Yazısı" Mehmet Tekirdağ Baskı Resim Sergisi




12 Nisan, 19:00 - 31 Mayıs, 19:00
Yer: Babil Toplum Kültür Sanat Çalışmaları ve Belgesel Sinema Derneği Kamer Hatun Beyoğlu/İstanbul

KEDİL

Kediyi harf, harfi kedi sanmıştım. İçeriden ve dışarıdan baktım, meğer DİL'mişler...

İnsanın hem kendi kapısını hem de zamanın kapısını nasıl ve neyle açtığı hâlâ merak konusu... Ses, söz ve zaman ne zaman icat oldu? Azını biliyor, çoğunu bilmiyoruz, ya da çoğunu biliyor azını bilmiyoruz. Söz'den önce ses vardı, diye kulağımıza fısıldıyor tarih. Dil, alfabe, harfler ve yazı dünkü çocuk sayılır, diyerek zaman'ın, söz'ün küllerini eşeliyor bir vakanüvis... Öncesiz ve sonrasız, zamansız ve uzamsız, harfsiz, yazısız ve "dilsiz" olarak algılanan milyonlarca yıl süren bir sürecin, yazının icadıyla bozulmasını müjdeli bir kıymet olarak tanımlıyor tarih: "Yazıdan önce" ve "yazıdan sonra..."

Dilin, yazının ve alfabenin kadim tarihi, Melih Cevdet Anday'ın, "Kuşlar üçüncü zamanda ortaya çıktı/ Aşk tebeşir çağında" dizelerini getiriyor akla. Her şeyin olduğu gibi, alfabenin ve yazının da "icat" edildiği bir tarihsel zaman ve mekân söz konusu. Alfabenin doğuşunun, yazının doğuşuyla eş zamanlı olduğunu, beş bin yıl öncesinde Sümerlerce icat edilen 'çivi yazısı'nın milat olarak tarihlendiğini hatırlatalım ve yakın tarihe selam verip geçelim. Modern zamanların toprağına ayağımızı basar basmaz, başka cümleler kesiyor yolumuzu: Heidegger “Dil, düşüncenin ve varlığın evidir”, Witgenstein “Dilin sınırları dünyamızın sınırlarıdır” diyerek yeniden dil ve yazı üzerinde düşünmememizi sağlıyor. Külliyen retçi John Zerzan ise, dilin icadının bir kötülük olduğunu söyleyerek dil üzerine tasnif edilen tüm cevapları soruya dönüştürerek dilsizliği savunuyor.
Vardığımız yer, başladığımız yerdi(r) sanki...

KEDİ YAZISI'nı oluşturan baskı resimlere bakarken, tarih ve merak beni en başa dönüp alfabelerle yeniden tanışmanın eşiğine bırakıyor. Vakti gelmiş olmalı ki, harflerin telaşı, kedilerin uysallığı ikliminde arkadaş oluyoruz. Böylece, izleme ve seyir mevkiinde üç başımıza bir yazgıyla, yazıyla ortaklık kuruyoruz. Ben onları yakınıma çağırıyorum onlar beni uzağa, kadim zamanlara götürmek için ellerinden, dillerinden ve harflerinden geleni yapıyorlar.

Böylece, alfabeli, harfli ve kedili bir hikâye başlıyor...
Mehmet Tekirdağ'ın, ele avuca sığmayan, üstelik "merak"la da tanımlanan kediyi; sıçramalarla ilerleyen insanlık tarihi içerisinde sürekli değişip gelişen harflere benzetmesi yıllar öncesine dayanıyor. Bir harfle kedi arasında benzerlik kurma huyu ve merakının KEDİ YAZISI projesinin oluşmasına neden olduğunun yakından tanığıyız.

Daha başından itibaren beni de tanıştırdığı, zamanla bir ressam elinden çıkmış "tarih şeridi" gibi harflerden oluşan "kedi şeridi"ne bakıyorum. Bakıyorum ama harfler alfabede, kediler ise oldukları yerlerde durmuyor. Bize, estetik bir kaygıyla ölü dilleri, harfleri ve anlamları hatırlatan bu çaba, aramanın ve bulmanın, kaybedip tekrar bulmanın çizgili/çizgisel yolculuğu olarak da özetlenebilir: Kedi figürlerini çizmek için önce kadim alfabeleri ve harfleri seçmek, bazen seçilenleri elden ve gözden kaçırmak, bazen rastlantısal bazen tasarlayarak bulmak ve sonra da o alfabenin içinde kedi çizimine elverişli harflerle hemhal olmak, iltifata tabi bir marifet. Sırlarla ve sihirlerle dolu bu yolculukta ona hem kedilerin hem de harflerin rehber olduğunu; bazen harflere bakıp onları kedi, bazen de kedilere bakıp onları harf olarak gördüğünü, kulaklarınıza fısıldamalıyım. Uzun aramanın ve bulmanın kıssadan hissesi, Tekirdağ, bildiğim kadarıyla başka örneği olmayan, bir tür kendi "icadı" olan bu anlamlı yolculukta, harf gidip, kedi gelmiş; kedi gidip harf gelmiş... Ve sonunda harflerle kedilerin birbirlerine, her ikisinin Tekirdağ'a yardım ve yataklığıyla kedi çizimlerinden oluşan KEDİ YAZISI oluşturmuş...

Tarih; dil korkusu olarak da özetlenebilir: Dilin yanında dil getirmek yerine, dili ötekileştirmek insanın insandan, dilin dilden zarar etmesi. Dilin ve yazının tarihteki rolüne ilişkin olumlu veya olumsuz okumalar bir yana, yazının kullanılmaya başlamasından sonra değişik toplulukların, kavimlerin ve milliyetlerin, modern zamanlarda ise ulus devletlerin, resmi dil dışındaki dilleri, alfabeleri ve o kültürden neşet eden anlamları, inkâr ettiklerini ve baskısı altına aldıklarını düşünürsek, bu hatırlatmanın estetik ve politik kıymeti anlaşılabilir. Bazı dillerin öldüğü, bazılarının yok olmanın eşiğinde olduğu bir dünyada böyle bir yazı (alfabe), bunun ima ettiği ve çağırdığı imgenin ne işe yarayacağı sorulabilir. Öncelikle kadim uygarlıkları, kültürlerini ve dillerini, harf harf yeniden hatırlıyor ve hatırlatıyor Tekirdağ. Bu hatırlamanın ve estetik bir formda, bir imge sistemi kurarak başkalarına da hatırlatarak paylaşmanın keyfi ve keşfi, şimdiki zamanın iyiliklerine ve kötülüklerine daha soğukkanlı bakmamızı sağlayabilir.

Kedinin yazı hevesi insan merkezli dünyanın diline, harflerine çırak durması olarak da o dünyaya itiraz olarak da okunabilir. İlhan Berk'in, şiirlerinin tarihle ilişkisizliğini belirtmek için söylediği “Kedi beslemem... Tarih de...” sözlerinden el alarak, alfabelerin kedi beslediğinden bile söz edilebilir. "Fazla merak kediyi öldürürmüş" cümlesini aklımızda tutarak çift taraflı bir merak zaten söz konusu. Kedinin merakı, alfabeyi değilse de, bir harfin şeklini bozarak kendisine benzetmek. Şöyle bir anlam dünyası da kurulabilir; günün birinde değişik halkların alfabesine rastlayan alfabe heveskârı kedi, gözünü kestirdiği bir harfin şeklini alıyor, ya da ona yeni bir şekil ve anlam veriyor. Onlar muradına ererken Tekirdağ ne mi yapıyor? O da, elbette harflerin ve tarihin gözü önünde kediyi ve KEDİ YAZISI'nı üstleniyor...

Kedi olmaktan vazgeçmeden ama yeni bir biçime ve anlama bürünerek KEDİ YAZISI'na dönüşen tebdili kıyafet yapan kediler ve harfler daha önce böyle çizilmemişlerdi. Tekirdağ'ın, yerleşik bakışın ötesinde kedilere sırtlarından bakarak, çok renkli ve katmanlı anlamlar kazandırmaya çalışması, tarihi ve günceli tersinden olmasa da sırtından okuyan kediyi ve kedileşen harfi iç içe bir imge olarak insanların zihninde yolculuğa çıkarması önemli.

KEDİ YAZISI projesi, her kavmin kendi diliyle konuşup yazmasının, eğitim-öğretim yapmasının, âşık olmasının, rüya görmesinin tarihin ve doğanın diyalektiği olduğunu, kedilerden ve harflerden el alarak kendine ve bizlere hatırlatmanın estetik görgüsüdür...

Hevesim ve merakım buraya kadar...

Sözü uzatıp, resimlerle aranızda "kara kedi" olmak istemem...
Susma hakkımı kullanarak aradan çıkıyor, sizi KEDİ YAZISI'yla baş başa bırakıyorum...

Sezai Sarıoğlu
(3 NİSAN 2013)
NAR'istanbul

NOT
* Bu proje, Itır Arda'nın çevirdiği, İş Bankası Yayınları'ndan yayınlanan, Carl Faulmann'ın 'Tüm Yerküre'nin, Tüm Zamanların Yazı Göstergeleri ve Alfabeleri' isimli 'Yazı Kitabı'ndan yararlanılarak da hazırlandı.

9 Nisan 2013

- Mırıltılar -

Ve bu son geceydi düşlerimde seni barındırdığım... 
Puslu camların ardında oynanan yalnızlık oyunun son perdesini de indirdim...
Kalabalık yollarda yürürken birbirine değen omuzların, çarpışan kolların verdiği his gibiydin... Yabancı ve alelade.. Kararan günün son aydınlığında yüzün görebilmek gibiydi adını anmak... 

- Mırıltılar -


2 Nisan 2013

- ANIMSAMALAR -

Ve gün oldu aklıma geldin girdin yeniden...

İçini döktüğün demiştin... Şimdi seni döküyorum cümlelere... Anılar sınırlıyken kurulan düşlerin bir o kadar çok olduğu fark ettiğimizden bu yana aklımdan çıkaramıyorum... Bir geçmişe gidiyorum, bir bu güne dönüyorum...
Uzun bir masanın ucunda dikilirken buluyorum kendimi... diğer ucunda gördüğüm sana gülümsüyorum... Hadi diyorum ama sessim çıkmıyor kendi kendime  konuşuyorum... 
Duymanı çok istiyorum... Duymuyorsun...
Aklımdasın...Çıkmıyorsun... 
Gelmek istesen gelemiyor...Gitmek istesen gidemiyorsun... 
Gözlerinin ışığına yansıyan yüzüme dokunuyorsun... 
Kaybolurken geçmiş ile bu günün yolunda... Bul istiyorum beni kaybolduğum yerden tut istiyorum elimi...

...


- ANIMSAMALAR -