28 Mart 2009
O SES!
Sesler yankılanıyor…
Sesler gidip geliyor, bir kadın şarkı söylüyor sonra ağlıyor…
O ses!
O ses içimi kanatıyor…
Ansızın kelimeler sızıyor dudaklarımın arasından…
Gözlerimi kapatıyorum yüzler beliriyor…
Savunmasız öpüşler dudaklarıma bir bir sızıyor…
Bedenim de bir el dolanıyor, ten bedenime dolanıyor…
Karanlık basıyor her yer kararıyor…
El yordamı ile bulduğum her şey yok oluyor…
İçimi bir şeyler kemiriyor…
İçimi kanatıyor, içim kanıyor…
Ensemde ki sıcaklık bedenimi ürpertiyor…
Sesler yankılanıyor…
Gözlerimi kapatıyorum parçalanmış yüzler giriyor rüyalarıma, bölüm pörçük anımsamalar, yarım kalmış filmler oynuyor gözlerimin seyrinde…
Hep aynı bebek doğuyor gecelerime…
Kopuk ipli uçurtmalar, balonlar salınıyor gökyüzüne…
Karanlığın orta yerine aydınlık doğuyor…
Ben gülümsüyorum…
Sesler yankılanıyor…
Sesler gidip geliyor, bir kadın şarkı söylüyor sonra ağlıyor…
O ses!
O ses içimi kanatıyor…
İçimde bin bir acı bölünüp pullanıyor…
Su içimde yol alıyor…
Bedenim ıslanıyor…
Korkulu, karanlık düşler yerini beyaza bırakıyor…
Taşlı yollar uzanıyor ayaklarımın ucuna, alı al moru mor çiçek bahçesine…
Ve ben kanıyorum sessizliğime…
Uyuduğum bir düş!
Renklerin, çiçeklerin, ışıldayan günün son bulacağı rengarenk bir düş…
Bir görüntüden diğerine bilmediğim bir yoldan geçişler yapıyorum…
Gözlerini görüyorum hemen sonra sırtına kazınmış bir isme şahit oluyorum tam okuyacakken ellerini yüzümde, ellerini bedenim de hissediyorum…
Ensemde ki sıcaklık bedenimi ürpertiyor…
Korkuyorum…
Uyuduğum bir düş biliyorum bir masal düşünün içinde ilerliyorum…
Yürüyorum… yürüyorum… yürüyorum…
Gökyüzüne dokunuyorum…
Martıları uçuruyorum…
Gördüğüm bir düş bunu biliyorum…
Sesler gidip geliyor, bir kadın şarkı söylüyor sonra ağlıyor…
O ses!
O ses içimi kanatıyor…
Uyanıyorum…
29 Mart 2009
19 Mart 2009
DİLİME TAKILANLAR
bir yangının orta yerinde öylece duruyorum...
seni izliyorum uzaktan, gördüklerim canımı acıtsada vazgeçmiyorum göreceklerimden...
bir yol uzanıyor önüme öylece adım atmaktan çekinmiyorum...
karanlık basıyor yolun orta yerinde bir ömür çığlık atıyor...
derin solukların eşliğinde tere uyanılan bir gece ayazında yüzüme yüzün vuruyor...
ayım ışıldıyor...
13 Mart 2009
BİR AŞK ACISININ DOĞUM İZİYDİK...
ki aşk dengesizdi...
o,
ben,
biz,
ikimiz,
beklide üçümüz…
bir aşk sancısının doğum iziydik…
karanlık yağmurlu bir gece…
derin soluklar,
asılsız inlemeler…
bir gece nöbetinden tek gecelik bir sevişmenin terli sabahına uyanılmak üzere…
bölük pörcük, sıcak ve nemli bir uyku sendromu ve arkasına gizlenmiş
yerli yersiz düşüncelerin kibirli öfkesiydi gözlerinin karanlığında beliren…
cevapsız kalacak hunharca sorunun hesap defteri…
ki çizilmiş resimlerin,
çekilmiş fotoğrafların,
yazılmış hikayelerin oyuncuları,
yeni yetme sarhoşların bulanık bakışları,
yersiz naraları,
korkulu gözleri,
acılı dokunuşları…
kasıkları öfkeli bir geleceğin geçmişe ihaneti…
elleri sıcak bir dokunuşun akıl defteri…
yüzü hüzün,
yüzünde hüzün…
içinde gizlenmiş o his ile isimsiz buluşmanın yüzleşmesi…
ki gölgen içinde…
ki gölgen ateşle yanan bedenin kuraklığında
bir el ateş edilmiş bir kurşun izinin isabetsizliğinde…
içinde kin,
içinde geceden,
içinde benden kalma bir öfkenin sualsiz tanımı ki tarif yok hiçbir serzenişin…
oluru yok…
içinde döndüğün, içinde dönüp durduğun bu girdabın sonu yok…
bu öykünün bir dengesi yok…
başı yok, başı olmadığı gibi bir sonu da yok…
seni yok,
beni yok,
bizi yok…
yersiz bir hikayenin,
birbirine teğet geçmiş iki hayattan başka bir anlamı da yok…
hiçbir anlamı yok…
o,
ben,
biz,
ikimiz,
beklide üçümüz…
bir aşk sancısının doğum iziydik…
karanlık yağmurlu bir gece…
derin soluklar,
asılsız inlemeler…
bir gece nöbetinden tek gecelik bir sevişmenin terli sabahına uyanılmak üzere…
bölük pörcük, sıcak ve nemli bir uyku sendromu ve arkasına gizlenmiş
yerli yersiz düşüncelerin kibirli öfkesiydi gözlerinin karanlığında beliren…
cevapsız kalacak hunharca sorunun hesap defteri…
ki çizilmiş resimlerin,
çekilmiş fotoğrafların,
yazılmış hikayelerin oyuncuları,
yeni yetme sarhoşların bulanık bakışları,
yersiz naraları,
korkulu gözleri,
acılı dokunuşları…
kasıkları öfkeli bir geleceğin geçmişe ihaneti…
elleri sıcak bir dokunuşun akıl defteri…
yüzü hüzün,
yüzünde hüzün…
içinde gizlenmiş o his ile isimsiz buluşmanın yüzleşmesi…
ki gölgen içinde…
ki gölgen ateşle yanan bedenin kuraklığında
bir el ateş edilmiş bir kurşun izinin isabetsizliğinde…
içinde kin,
içinde geceden,
içinde benden kalma bir öfkenin sualsiz tanımı ki tarif yok hiçbir serzenişin…
oluru yok…
içinde döndüğün, içinde dönüp durduğun bu girdabın sonu yok…
bu öykünün bir dengesi yok…
başı yok, başı olmadığı gibi bir sonu da yok…
seni yok,
beni yok,
bizi yok…
yersiz bir hikayenin,
birbirine teğet geçmiş iki hayattan başka bir anlamı da yok…
hiçbir anlamı yok…
OYSA SEN
Geniş zamanlı hikayelerin karanlık yüzleri…
Teğet geçilen hayatlar, yenik savaşlar, kayıp zamanlar …
Ardı ardına geçip giden, yaşanılası zor anların koşulsuz tanığı..
İşte karşında bütün hikayelerin yalnızlık tutkunu…
Konuş, bağır çağır dök içindeki kini..
Savur bütün istemsiz suçlamalarını!
Ki susma bir kez daha aynı kısır döngünün sıcağında…
Bütün susuşlarınla birlikte yeniden bu yol kenarında, aynı kaldırımda yine sen ve ben yine bütün yüzsüzlüğümüzle baş başa…
Yine biz bize…
Dudakların uçuk,
aynı korkuların esaretinde,
aynı rüyaların sıradanlığında yine korkularınla karşı karşıya durmuş öylece bakıyorsun yüzüme…
Aynaların öfkeni sana kusmuş...
Canın yanmış!
Avuç içlerin yine kanamış!
Ceza yine bana kesilmiş!
Konuşmak zor, konuşmak ağır hissettiklerine…
Bir kez daha bilinmezlik…
Bir kez daha aynı yorgunluk…
Oynamayı bilmediğin oyunlar oynuyorsun,
canın her yandığında suçu bana atıyorsun ve bütün yenilgilerinin sebebi oluyorum kendi kendini temize çıkarman adına…
Ne kör kuyularım kalıyor, ne benim suçsuz sevişmelerim…
Her şey yasak oluyor…
Bütün dokunuşlarım günah!
Kimi sevsem suç oluyor…
Oysa sen ne sen sevmeyi biliyorsun ne de dokunmayı…
İşte bu yüzden günah yazılıyor…
İşte bu yüzden bedenine bırakılmış iz olarak duruyorum…
Sen sevmeyi beceremeyen olarak bir kez daha akıllarda yer ediniyorsun…
Yüzüne vuruyor sevgisizliğin adım parmak uçlarındaki hissizlik oluyor…
Çünkü sen ne sevmeyi biliyorsun nede dokunmayı…
Teğet geçilen hayatlar, yenik savaşlar, kayıp zamanlar …
Ardı ardına geçip giden, yaşanılası zor anların koşulsuz tanığı..
İşte karşında bütün hikayelerin yalnızlık tutkunu…
Konuş, bağır çağır dök içindeki kini..
Savur bütün istemsiz suçlamalarını!
Ki susma bir kez daha aynı kısır döngünün sıcağında…
Bütün susuşlarınla birlikte yeniden bu yol kenarında, aynı kaldırımda yine sen ve ben yine bütün yüzsüzlüğümüzle baş başa…
Yine biz bize…
Dudakların uçuk,
aynı korkuların esaretinde,
aynı rüyaların sıradanlığında yine korkularınla karşı karşıya durmuş öylece bakıyorsun yüzüme…
Aynaların öfkeni sana kusmuş...
Canın yanmış!
Avuç içlerin yine kanamış!
Ceza yine bana kesilmiş!
Konuşmak zor, konuşmak ağır hissettiklerine…
Bir kez daha bilinmezlik…
Bir kez daha aynı yorgunluk…
Oynamayı bilmediğin oyunlar oynuyorsun,
canın her yandığında suçu bana atıyorsun ve bütün yenilgilerinin sebebi oluyorum kendi kendini temize çıkarman adına…
Ne kör kuyularım kalıyor, ne benim suçsuz sevişmelerim…
Her şey yasak oluyor…
Bütün dokunuşlarım günah!
Kimi sevsem suç oluyor…
Oysa sen ne sen sevmeyi biliyorsun ne de dokunmayı…
İşte bu yüzden günah yazılıyor…
İşte bu yüzden bedenine bırakılmış iz olarak duruyorum…
Sen sevmeyi beceremeyen olarak bir kez daha akıllarda yer ediniyorsun…
Yüzüne vuruyor sevgisizliğin adım parmak uçlarındaki hissizlik oluyor…
Çünkü sen ne sevmeyi biliyorsun nede dokunmayı…
10 Mart 2009
ONLAR GİBİ OLMA
Geri dönüşümsüz yazgılarla dolu el izlerinde yani yaşadığım şu hayatın damarlarında dolaşıyorum... Pıhtılaşmış kan hücrelerinde yüzleşiyorum bütün çaresizliklerle...
Bir yük biniyor omuzlarıma yoruluyorum... Bu kadarı ağırdı biliyorum bir şey diyemiyor yine bir şey yapmıyorum, susuyorum…
Her susuşta ölüyorum!
Kendi bedenimde can çekişirken boğazımda düğümlenmiş sözcükler sayesinde ölüme bir adım daha yakınlaşıyorum!
Üşüyorum!
Buz gibi bir iklimin orta yerinde çırılçıplak uzanıyorum...
Dudaklarım mor, tenimin beyazında mor!
Hissizleşiyorum...
Gözlerimde belli belirsiz gölgeler ile kısa metrajlı filmler çekiyorum...
Belirsiz siluetlere hatırladığım tek yüzü yapıştırıyorum, herkesi sen yapıyorum!
Derin derin soluyorum havayı, ağır bir koku yayılıyor hissediyorum...
Dudaklarım kuruyor,
başım ağrıyor,
gözlerim kararıyor,
kanım damalarımdan çekiliyor ve be yitiyorum…
İçimde ki o da benle birlikte ölüyor…
Ne ben ne o kalıyor geriye, biz ölüyoruz!
Bütün susuşlarımız yok oluyor…
Bütün sevdiklerimiz siliniyor…
Bütün fotoğraflar külleniyor…
Bir dünya daha yok oluyor…
Ne an kalıyor geriye, ne de zaman kurtarılmak adına…
Kül rengi bir mevsim kalıyor geriye…
İçine serpiştirilmiş anıların olduğu ya da bütün anıların yerle bir olduğu…
Duyanların duymayanlara anlatacağı belki de hiç dillenmeyeceği hikayelerde yitip gideceği…
Bir son ya da bir başlangıcın ilk harflerinden yeni yetme bir aşkın yok olup gidişini anlatacak ya da dediğim gibi hiç dillenmeyen, duyanların duymayanlara dahi anlatamayacağı yitik ve kayıp bir hikaye olarak kalışımızı kutlayacak bütün sevgisizler...
Ve bir kez daha kazanacak bütün samimiyetsizler…
Ve biz en çok buna üzüleceğiz…
Ve onlar en çok buna sevinecek…
Kaybetmiş olmaya değil de en çok kazananın samimiyetsizliğine üzüleceğiz…
Bir kez daha umutsuz kalanlar adına üzüleceğiz…
Her şey yok olacak…
Sisli, karanlık bir gökyüzü nefesinizi kesecek…
Tıpkı benim gibi, tıpkı onun gibi ölecek ya da onlar gibi sevgisizleşeceksiniz…
Yitip gideceksiniz…
……..
Şimdi içindeki o yerde dur ve bekle…
Yüzünü aydınlat, umudu içine kat…
Çığlık at…
Dokun ve tekrar sev…
Yeni bir savaş başlat
Kendi dehlizinde, kendi geçmişinle…
Kaybetmeyi umursama kazanmanın umudu ile yaşa!
Sev, öp, kokla, seviş…
Onlar gibi olma…
Sevgisiz kalma…
Korkma!
Sığınma sakın geçmişte ki yanılgılarına…
Korkularından kaçtığın müddetçe kazanacağını hiç unutma…
Sev, öp, kokla, seviş…
Onlar gibi olma…
Bir yük biniyor omuzlarıma yoruluyorum... Bu kadarı ağırdı biliyorum bir şey diyemiyor yine bir şey yapmıyorum, susuyorum…
Her susuşta ölüyorum!
Kendi bedenimde can çekişirken boğazımda düğümlenmiş sözcükler sayesinde ölüme bir adım daha yakınlaşıyorum!
Üşüyorum!
Buz gibi bir iklimin orta yerinde çırılçıplak uzanıyorum...
Dudaklarım mor, tenimin beyazında mor!
Hissizleşiyorum...
Gözlerimde belli belirsiz gölgeler ile kısa metrajlı filmler çekiyorum...
Belirsiz siluetlere hatırladığım tek yüzü yapıştırıyorum, herkesi sen yapıyorum!
Derin derin soluyorum havayı, ağır bir koku yayılıyor hissediyorum...
Dudaklarım kuruyor,
başım ağrıyor,
gözlerim kararıyor,
kanım damalarımdan çekiliyor ve be yitiyorum…
İçimde ki o da benle birlikte ölüyor…
Ne ben ne o kalıyor geriye, biz ölüyoruz!
Bütün susuşlarımız yok oluyor…
Bütün sevdiklerimiz siliniyor…
Bütün fotoğraflar külleniyor…
Bir dünya daha yok oluyor…
Ne an kalıyor geriye, ne de zaman kurtarılmak adına…
Kül rengi bir mevsim kalıyor geriye…
İçine serpiştirilmiş anıların olduğu ya da bütün anıların yerle bir olduğu…
Duyanların duymayanlara anlatacağı belki de hiç dillenmeyeceği hikayelerde yitip gideceği…
Bir son ya da bir başlangıcın ilk harflerinden yeni yetme bir aşkın yok olup gidişini anlatacak ya da dediğim gibi hiç dillenmeyen, duyanların duymayanlara dahi anlatamayacağı yitik ve kayıp bir hikaye olarak kalışımızı kutlayacak bütün sevgisizler...
Ve bir kez daha kazanacak bütün samimiyetsizler…
Ve biz en çok buna üzüleceğiz…
Ve onlar en çok buna sevinecek…
Kaybetmiş olmaya değil de en çok kazananın samimiyetsizliğine üzüleceğiz…
Bir kez daha umutsuz kalanlar adına üzüleceğiz…
Her şey yok olacak…
Sisli, karanlık bir gökyüzü nefesinizi kesecek…
Tıpkı benim gibi, tıpkı onun gibi ölecek ya da onlar gibi sevgisizleşeceksiniz…
Yitip gideceksiniz…
……..
Şimdi içindeki o yerde dur ve bekle…
Yüzünü aydınlat, umudu içine kat…
Çığlık at…
Dokun ve tekrar sev…
Yeni bir savaş başlat
Kendi dehlizinde, kendi geçmişinle…
Kaybetmeyi umursama kazanmanın umudu ile yaşa!
Sev, öp, kokla, seviş…
Onlar gibi olma…
Sevgisiz kalma…
Korkma!
Sığınma sakın geçmişte ki yanılgılarına…
Korkularından kaçtığın müddetçe kazanacağını hiç unutma…
Sev, öp, kokla, seviş…
Onlar gibi olma…
5 Mart 2009
EN ÇOK ONLAR ÖLÜYORDU... SESSİZ YAŞAYANLAR...
Ki ben biliyordum!
“En çok onlar ölüyordu… Sessiz yaşayanlar…”
Bir sabah uyandın…
Ayak izlerinin yorgunluğunda yürüyordun…
Hava henüz karanlık ve soğuktu, üşüyordun…
Ellerinde biriktirdiğin yanlış bir mevsime açan kır çiçekleriydi...
Ellerin ki kurumuştu…
Kuruyan ellerin de hayatın sarhoş kalıntıları ile toprak kokusunu karşılıyordun…
Yağmur yağıyordu sessizliğine, aniden ıslanıyordu yüzün, hüznün…
Bir çok gidiş vardı, her defasında gözlerinde beliren bir başka hüzün vardı, söylemediğin bir çok şey gibi en çok susuşların vardı…
Ki ben biliyordum!
“En çok onlar ölüyordu… Sessiz yaşayanlar…”
Sırtında ağır bir yükün görünmezliği ile kafan ellerinin arasında düşündüğün anların görüntüleri vardı en çok…
Bir fotoğraf karesi gibiydi yüzün faklı ama aynı acının çıkmaz sokaklarında oradan oraya dönüp durduğun bir geçmişin avuntusuz zamanları vardı…
Miden de ki o ağrı peşini hiç bırakmıyor, saçlarının beyazı her gün biraz daha belirginleşiyordu…
Yüzünde hüzün, gözlerinden akmayan gözyaşlarının derinliği ile her gün biraz daha kuyunun içine çekiliyordun…
Yaşadıkça ölüyordun!
Ki ben biliyordum!
“En çok onlar ölüyordu… Sessiz yaşayanlar…”
Bir şey yapamıyordum, bir şey yapmamı, bir şeyler yapılmasını hiç istemiyordun…
Sana nasıl yardım etmem gerektiğini de hiç bilemiyordum bu yüzden…
Üzülüyordum, üzülüyordun…
En çok bu zamanlarda anlıyordum çaresizliğin en acı gerçeklerden biri olduğunu ve çekilmesi zor olan acılar listesine ekliyordum adını…
Gözlerinin dolambaçlı yolları da ağır adımlar atıyordum…
Susuşlarına ortak oluyordum, beklide bir ömrü uğruna heba ediyordum bilmiyordum…
Zaman geçip gidiyordu…
Ömür tükenip bitiyordu, sen gülmüyordun…
Bense bunu hiç sevmiyordum…
Ki ben biliyordum!
“En çok onlar ölüyordu… Sessiz yaşayanlar…”
En çok bunu bildiğim için üzülüyordum…
Seninle birlikte ölüyordum!
“En çok onlar ölüyordu… Sessiz yaşayanlar…”
Bir sabah uyandın…
Ayak izlerinin yorgunluğunda yürüyordun…
Hava henüz karanlık ve soğuktu, üşüyordun…
Ellerinde biriktirdiğin yanlış bir mevsime açan kır çiçekleriydi...
Ellerin ki kurumuştu…
Kuruyan ellerin de hayatın sarhoş kalıntıları ile toprak kokusunu karşılıyordun…
Yağmur yağıyordu sessizliğine, aniden ıslanıyordu yüzün, hüznün…
Bir çok gidiş vardı, her defasında gözlerinde beliren bir başka hüzün vardı, söylemediğin bir çok şey gibi en çok susuşların vardı…
Ki ben biliyordum!
“En çok onlar ölüyordu… Sessiz yaşayanlar…”
Sırtında ağır bir yükün görünmezliği ile kafan ellerinin arasında düşündüğün anların görüntüleri vardı en çok…
Bir fotoğraf karesi gibiydi yüzün faklı ama aynı acının çıkmaz sokaklarında oradan oraya dönüp durduğun bir geçmişin avuntusuz zamanları vardı…
Miden de ki o ağrı peşini hiç bırakmıyor, saçlarının beyazı her gün biraz daha belirginleşiyordu…
Yüzünde hüzün, gözlerinden akmayan gözyaşlarının derinliği ile her gün biraz daha kuyunun içine çekiliyordun…
Yaşadıkça ölüyordun!
Ki ben biliyordum!
“En çok onlar ölüyordu… Sessiz yaşayanlar…”
Bir şey yapamıyordum, bir şey yapmamı, bir şeyler yapılmasını hiç istemiyordun…
Sana nasıl yardım etmem gerektiğini de hiç bilemiyordum bu yüzden…
Üzülüyordum, üzülüyordun…
En çok bu zamanlarda anlıyordum çaresizliğin en acı gerçeklerden biri olduğunu ve çekilmesi zor olan acılar listesine ekliyordum adını…
Gözlerinin dolambaçlı yolları da ağır adımlar atıyordum…
Susuşlarına ortak oluyordum, beklide bir ömrü uğruna heba ediyordum bilmiyordum…
Zaman geçip gidiyordu…
Ömür tükenip bitiyordu, sen gülmüyordun…
Bense bunu hiç sevmiyordum…
Ki ben biliyordum!
“En çok onlar ölüyordu… Sessiz yaşayanlar…”
En çok bunu bildiğim için üzülüyordum…
Seninle birlikte ölüyordum!
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)